Connect with us

Öykü

Adnan Altundağ “Mezarlık Bekçisi”

Published

on

Yağmurun en güzel damlarıyla ıslanmış bir ilkbahar günüydü. Vakit ikindiden biraz sonraydı. Deli İbram, evinde ağlayan bir bebeğin sesini işittiğinde babadan kalma çiftesini arş-ı alaya doğru kaldırarak üst üste ateş etmeye başladı. Baba yadigârı çiftenin sesi omuz omuza vermiş mahalledeki küçük evlerin sokakları arasında yankılandı. İbram ilk kurşunu kör talihine,ikinciyi uğursuz günlerinin son bulmasına ve evinin bereketlenmesine sıktı. Mahalleli bu silah seslerinin bir çatışmanın başlamadığının, kadınların kocasız, çocukların ise babasız kalmadığı günlerin habercisi değil bir sevincin habercisi olduğunu anladılar. Silah sesinin yankısı kesildiğinde Deli İbram’ın evinde ağlayan bebeğin sesi de kesilmişti. Deli İbram’ın yüzündeki sevinç dalgası birden silindi. Ürkütücülük tekrardan yüzüne hâkim oldu.Korkuyla karışık ağır bir duyguyla kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açınca kapı gıcırdadı. Gözlerini odadakilerin üzerinde gezdirdi. İçeride korkutucu bir sessizlik hâkimdi. Hüzün koca bir yumru olup İbram’ın boğazını tıkadı, yutkunamadı. Karısına baktı, gözlerini gözlerinden kaçırarak. Bitkin bir halde yatağında yatmış olan kadının acısı kelimelere karıştı. Yavrusunun ölmediğini haykırdı. Güçlükle kolunu kaldırıp odadaki küçük kaz yavrusunu gösterdi. Küçük yavru kaz doğruca gelip İbram’ın karısının sıcak yatağında yanına oturdu. Kadın yavru kazı öz evladı gibi bağrına bastı. Deli İbram, küçük bez parçasına sarılı çocuğunu alıp bahçedeki kurumuş ceviz ağacının altına gömdü bütün umutlarıyla beraber.

Deli İbram yağmurun en güzel damlarıyla ıslanmış bir ilkbahar gününü bir daha yaşamadı. Yüzündeki ürkütücülük yerini hiçbir zaman yerini sevinç dalgasına bırakmadı. Çocuk sahibi olmaktan tamamen umudunu kesti. Karısına küçük kaz yavrusunu çocuğunun çocuğu olmadığını bir türlü anlatamadı. Sözlerinin faydasız olduğunu ve karısının aklını yitirdiğine hükmetti bir zaman sonra. Bir daha da bu konuyu açmadı. İbram’ın karısı küçük kaz yavrusunu yıllarca kendi öz evladı gibi sarıp sarmaladı. Yanından ayırmadı. Küçücük patikler ördü. Hastalandığında günlerce başında bekledi. Kocasından şehirden özel ilaçlar getirtti. Bir defasında da doktor çağırttı eve. Kaz yavrusu da annesinin sevgisine kayıtsız kalmadı. Deli İbram’ın karısını annesi bildi.

Aylar yavaş yavaş ve acımasızca akıp gitti. Küçük kaz yavrusu büyüdü. Deli ibram bahçesindeki kurumuş ceviz gibi ardından soyunu sürdürecek bir tohum vermeden öldü. Aynı günün akşamında karısı da öldü. O küçük kaz yavrusu kader gibi toprağa gömülmüş beyaz mezar taşları soğuk, acımasız rengi solmayan mezar taşlarının arasında annesinin mezarı başından ayrılmadı. Gagasıyla kurumuş otları temizledi. Kimsenin mezarın yanından geçmesine izin vermedi. Gelen herkesi kovaladı. Annesinin mezarına kimseyi yaklaştırmadı. Özellikle çocukları. Her gün güneş batıya doğru meyledince annesinin mezarının ayakucunda uykuya daldı.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Öykü

İbrahim Tekpınar “Kaz Otaran”

Published

on

hasat sonrası biçilmiş ve sapsarı denizi andıran tarlalardan insanların bile var olduğunu unuttuğu küçük köyleri ardımda bırakıp köye gidiyorum. yolda otostop çekiyorum. köyün menziline girince uzaktan su kulesi görünüyor. tepenin üstünde görünen o kule su kulesi ablamlar da kulenin dibinde.

yaklaştıkça ne diyeceğimi düşünüyorum. sokağa girince fark ediyorum ektiğimiz dut ağacı büyümüş. susuzluğa dayanır diye ekmiştik. beyaz kapıdayım. elimle vuruyorum. içerden ablam koşup geliyor. şaşkın. “tek misin?” diyor. sarılıyor.

cevap vermeyeceğimi anlayınca;

“bu sene kaz aldık. kazlar bak şurda. ard arda geziyorlar. yavruları çok sevimli. yumurtaları büyük olur.” diyor.

anlamsız geliyor. ama ablamın muhhakak bir bildiği var diyorum. merakla dinliyorum. yatıp kalkıyoruz. köy işlerinde yardım ediyorum. ablam sürekli kazlardan bahsediyor.

-”yumurtaları büyük olur.” diyor.

neden aynı şeyi tekrar ediyor bilmiyorum. belki de kaderine, köye, büyük büyük laflar etmek istiyor da anlamam sanıyor. köy dediğimse küçücük yer. birleştirilmiş sınıflardan bir okul bir sağlık ocağı. bir de köy postası olarak da kullanılan bakkal. bakkalda telefon var. bir tek orda. çocuklardan biri çağırıyor. yüzünde bir hüzünle dönüyor.

“eve hırsız girmiş. dönsün “ diyorlarmış.

dolmuşa sabaha yetişeceğim. bugünlük buradan çıkış yok. sabah kalkıyoruz. kahvaltı bile yapmadan çıkıyoruz. uğrayacak çok köy var. eşyalarımı alıyorum.yola çıkıyoruz. yolda gördüğüm evler üzerine düşler kuruyorum. hep ama hep top oynayan çocuklara karışmak istiyorum.şehre geliyoruz.nerden anlıyorum.kaset değişiyor.kaset yasaklı biraz siyasi kaset.iniyorum.eve gidiyorum.

babam omzunu düşürmüş sigara içiyor.evdekilerdeyse

“neden bizim başımıza geldi” hüznü.kimse aç mısın? demiyor.otuyorum.

-”ablamlar kaz almış” diyorum.

birden herkes şaşıyor.

-”kazların yumurtaları kocaman olur.” diyorum.hepimiz susuyoruz ama biliyorum o yumurtayı düşünüyoruz.kabuğu daha kalın,beyaz,kırılınca içinden kaz yavrusu çıkmasını diliyoruz.hatta ben bir kaz yavrusu olmayı diliyorum.bunca dert sıkıntı olmaz olsun.kaz yumurtaları olsun.kazlar olsun.

II.

bu çocuk tam salak. eve hırsız girmiş. herkes telaş içindeyken zart diye kaz diyor. yumurta diyor. babam dövmese bari. zaten evden kaçtı diye sinirli, zaten eve hırsız girmiş diye burnundan soluyor. beyefendimiz de kaz diyor. büyüğü olduğum için kıskanmıyorum. bu çocuk çok hayalperest. sebep de ablamın gölgesinde büyüdüğü için. biraz erkek olsa.

kavgaya tutuşsa. sokakta kendini dövüyor diye ağlayarak eve gelmese. biz de rahat edeceğiz. ama nerde!

III.

nasıl da derin uyumuşum.hırsızı hiç duymadım bile. çocuklar tuvalete kalkar. kimse kalkmadı. zati küçüğü köydeydi. olsa kalkardı. neyse ki bugün geldi. sigaramı içerken içeri girdi. kaz dedi. Salak salak konuşuyor.boş hayaller kuruyor.bir keresinde “yazar olacağım” dedi. afferin acından ölürsün dedim.üzüldü morali yerine gelsin diye

“beni de yazacak mısın?” dedim.

he dedi.neyimi yazacak bu salak.ömrün enayilikle geçti.bir değil bin enayilik.parmakla gösterilecek kadar hem de.

-dışarı çıkacağım.

IV.

akşam çıktı.gelmedi.kapıları açık bıraktık.televizyonu da korkmamak için açtık.trt belgesel de kaz otaran belgeseli vardı.

-”abim senin bu salak kaz merakın yüzünden her şey başımıza geldi” diyor.

kapadı televizyonu.kazlardan nefret ediyormuş.tüm kazları öldürmeliymiş.ısırıyorlarmış ya insanı beni de öyle ısırı ısıra öldürmeliymişler.

babam o gün dönmedi. sonraki gün de hatta hiç dönmedi.kimi çocukları bırakıp kaçtı diyor.kimi faili meçhul diyor.bir kuyuya atmışlar diyorlar.

V.

bir yere kaybolduğum yok.sokağa çıkma yasağı varmış. çıktım. delirecektim ki askerler beni gördüler.alıp sorgıya çekeceklerdi.

-“kazlar uçabilir mi?” dedim. anlamadılar. alıp karanlık bir odaya tıktılar.oysa ben kaz oldum.tüylerim çıktı.tüylerim çıkınca canım yandı. sonunda o karanlıktan kurtuldum.kanatlarım var.kaz kanatları.uçtum.arayıp dursunlar beni.

Continue Reading

Öykü

Ömer Öztürk – Adı Güzin

Published

on

Usulca karardı gökyüzü. Günün akşama hazırlandığını görmüş olacak ki usulca karardı. Bu kararmaya sokaklar da eşlik etti. İnsanlar, kimi hızlı kimi yavaş adımlarla, kimi endişeli, kimi umutlu yüzlerle çekiliyor şehrin sokaklarından. Geriye kalan, kimsesizler, kendini kimsesiz hissedenler, bazı esnaf taifesi, pek ender kuşlar, yüreği yaralı köpekler, kediler, kağıt toplayıcılar; kalender bir hüznü sırtlamış olan ve şehrin yalnızlığından hüzün devşiren ben, bir biz kaldık kararan göğün koynunda, bir biz kaldık günün geceye dönmüş tarafında, güneşin usulca sönmüş tarafında.

Göğün kararması bulutlardandı, köpük köpük salınan bulutlardan. Deniz, masmavi deniz, karaya dönmüş. Gemiler çekilmiş, balıkçılar çekilmiş, sahilinde yürüyenler çoktan çekilmiş. Bir tek tutku var sahilde, bir de ergen bir tutkuyu cümle uzuvlarında hisseden kanıdeliler; sarmaş dolaş, geceye rağmen, usulca tıp tıplayan yağmura rağmen dudak dudağa… Romantik bir duyumsama, bakınca kanıdelilere, yalnızlığıma siniyor. Sarınmışım paltoma, sıkı sıkı hem de. İçimde bir yerlerde çok eski zamanların hüzünlü öyküsü. Canım Gogol’u hatırlamadan edemedim. Olmaz bilirim ya, çalınırsa paltom inceden üzülürüm.

Yürüyorum, şairin dediği gibi, ardıma bakmadan, usul usul, yürüyorum. Cebimde yarım kalmış bir sigaranın içli sesi, belleğim donuk, ruhum eski zamanları özlüyor. Tutkulu kanı delilere imrenmeyle karışık bir bakış kondurunca derin bir yarayı kanatmışım gibi hissediyorum. Bir zaman deli divaneydik, tutkulu. Sırılsıklam yağmurlara aldırmaksızın dokunduğum dudaklar bir bir hatırıma geliyor. Bu, sanki olanca yalnızlığımın içinden fırlamış muzip birkaç hatıra gibi. Hâlbuki yalnızlığım kalender bir hüzünden ibaretti. Puslu şehir, puslu sokaklar, çöken gece, usulca yağmur, kenarda köşede bekleşenler, yurdu yuvası olmayanlar, biçare köpekler, kediler, besliyordu yalnızlığımdaki hüznü. Yürüyorum, çarpacak omuz bile yok kaldırımda. Bir yanım deniz, bir yanım muayyen dizilmiş dükkânlar… Bir ben kalmalıyım bu şehrin kara dehlizlerinde geceye eşlikçi. Bir ben kalmalıyım her şeyin farkında olan ve fakat bilinçli bir hüzünle yoğrulmuş. Bir ben kalmalıyım bir de usulca salınan dumanlarım. Dudaklarımdan sakince süzülen, boşlukta dağılan dumanlarım.

Tıpır tıpır yağmur… Ne güzel yağıyor, yalnızlığıma yoldaş. Bir zaman, tam zamanını hatırlamıyorum, belki de birkaç gün önceydi, ortada bir terk ediliş varsa, o anda uzak bir geçmiş olarak kalır bende. O halde yeniden, bir zaman; tutkulu bir kadın oturmuştu yapayalnız bir kafeye. Hem kadındı yapayalnız olan hem de kafe. Ben vardım kafenin koynunda zira. Gittiğim yer yalnızlıktır. Hemen gözümle değebileceğim, yüzünün bütün ayrıntılarını seçebileceğim, sarıdan miras saçlarıyla, ıslak, ıpıslak saçlarıyla hemen yanı başımda bitivermişti. Buharı taşkın kahvem değiverince dudaklarıma, o efsunlu kokusu sokuluverince burnumdan içeri, nasıl bir hazzı duyumsuyorsam, öyle bir haz dolmuştu içime kadının gözlerine ilk değdiğimde. Yalan yok, hadsizlik olarak görmüştüm bu beklenmedik bakışı. Hadsizliğimdi evet. Ne lüzum vardı şimdi. Ama farkındasız gerçekleştirilmiş bir eylemdi bu. Kendiliğinden oluveren… Bal gözleriyle karşılaşınca, anlık hani, eskilerin lahza dediği şey, ellerimi yaman bir titreme almış, parmaklarım değiverince önümde duran kahveye, inceden bir yangı beni sarsmış, kendime getirmişti. O anda tebessüm etti kadın, gördüm. Tebessümüyle eş zamanlı beni süzdü, gördüm. Yine farkındasız, ahmakça davranışıma ben de tebessüm ettim. Ne yapmalı canım, insan bir güzelliğin karşısında afallar, önündeki sıcak kahveye yanlışlıkla dokunuverir. Mümkündür böylesi. Birden, yüzünü tam açıyla bana çevirdi kadın, karşılık verdim.

“Özür dilerim, istemsiz güldüm; iyi misiniz, eliniz yanmadı ya!”  dedi.

“Beni ister yanlış anlayın, ister yanlış anlamayın; güzelliğinizi fark ettiğim anda, hani ne derler; güzelliğiniz gözlerime değip de belleğime dek işleyince afalladım, biraz yandım ama mesele değil. Keşke, bütün güzel yüzlere bakabilmek için bir bedel ödenebilse öncesinde. Ben ödedim mesela.” dedim.

Tebessüm ettiğimin farkındayım iltifatvari cümlelerimi kurarken. Kadın da öyle, inceden tebessüm eder sandım ama öyle olmadı; bütün sıralı, ip gibi muayyen dizilmiş dişlerinin neredeyse tamamı göründü. Olmaz ki, olamaz ki: genç bir kadın, üstü başı özensiz, bir gece vakti bir kafede oturuyorsa, hiç makyaj yapmamışsa örneğin, bütün doğallığıyla, ıpıslak saçlarıyla duruyorsa öylece, var mıdır bir derdi? Gözlerinin derinine bakmalı. Bal gözleri elemi de neşeyi de eleverir. Yerimden doğruldum. Kahveyi alarak, sigaramı, çakmağımı alarak, içimdeki tutkulu gizi alarak, hazzı, hüznü, kalender tutumu alarak, birbirinden tutkulu öyküleri alarak yanıma, deli divane romanları, o romanların hüzünlü kişilerini alarak, Mümtaz’ı alarak, Gregor Samsa’yı alarak; Aslı Erdoğan’ı, Leyla Erbil’i alarak; tuttum karşısındaki sandalyenin başucundan. Gözlerim değdi yeniden bal gözlerine.

“Oturabilir miyim?”

“Tabii, buyurun.”

“Teşekkür ederim. Rahatsız etmedim umarım.”

“Başlarda tavrınız küstahça görünüyordu, samimi olduğunuzu anlayınca size karşı tavrım biraz yumuşadı. Rahatsız olmadım tabii ki.”

Uzun zamandır ilk defa, bir kadınla karşı karşıya oturmuşum. Yakmışız birer sigara. Kahvemiz tazelenmiş. Dağdan bayırdan şerden hayırdan konuşmuşuz. Gülmüşüz uzun uzun, yetmemiş kahkaha atmışız. Sanki tutkulu, aşk dolu bir film sahnesinden fırlamış gibiyiz. Sanki yanı başımızda bir yönetmen almış eline kamerasını, işte bu be, işte bu, der gibi…

Keşke öyle olsa. Bir film sahnesinden fırlasak. Yapayalnız olsak aynı zamanda. Gece olsa. Yağmur damlaları, yalnızlığımıza eşlik etse. Kaç saat geçmiş bilinmez. Zamanı hatırımda biliyorum, ama tüm çıplaklığıyla aklıma getirmek istemiyorum, yaralanırım yeniden, biliyorum. Tutmuş elimden, kalkmışız masadan. Yürümüşüz uzun uzun. Son kalan tekele dalmışız deli divane. Elimizde avanos şarabı, geçmişiz eve. Tam kapıda, birdenbire, daha ayakkabılarımızı çıkaramadan, bir mesaj geldi. Donduk kaldık öylece. Bu kalışımızın yüzümüze yansıması bir donukluk, içine gizlenmiş bir endişe haliydi. Sakince baktı telefona. Göremedim ben. Öldüm merakımdan. Özür dilerim dedi, usulca sokuldu. Öpüverdi yanağımın bittiği yerden. Baktı kapkara gözlerime, anlamlı. “Bir gün mutlaka, söz!”

Yağmur şiddetini hepten arttırdı. Yürüyorum hala. Sigaram çoktan bitmiş. Yalnızlık, içimi dolduran yalnızlık. Doğurmuş doğurmuş da gecenin koynuna doğru dağılıvermiş. Bütün şehir yapayalnız. Bakınca penceremden, yani gözlerimden, bütün sokaklar yapayalnız. Benim yalnızlığımdan hem de. Gözlerim usulca nemli, ruhum oldukça elemli. Yaralıyım. Yahu birkaç saatten nolur? Ne olmaz ki! Masamın üstünde bir adet çakmak, bir adet avanos şarabı, bir adet Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku. Evirip çevirip okudum günlerce. Ama dokunamadım şaraba. Belki de asla dokunamayacağım. Bir gün mutlaka dedi ve gitti. Ne zaman, hangi ara? Gerçi evimi biliyor. Ben, adını bile bilmiyorum.

Yağmur şiddetini enikonu arttırdı. Islanmak ne güzel. Gün geceyse, bir sis çökmüşse bütün şehre, binalar arasında zerre denli de olsa kalan üç ağacın, çiçeğin koynunda büyüyen, yurt yuva kuran börtü böceğin zarif sesiyle dağılmışsa inceden gece, kaldırırım başımı göğe. Sokarım ellerimi paltomun cebine. Kalırım olduğum yerde. Daha ileri gitmek istemem. Bilirim, birkaç adım ötesi yine o kafe. Bal gözlüyü ilk gördüğüm kafe. Kapı ağzında öylece bırakılışımın ardından tamı tamına on gün geçmiş. Gerçi benim için ilk günden itibaren on gün, bir zamandı artık. Gün gün, aynı saatte çıktım evden. Yine aynı tılsımı sırtlanarak, yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Şair haklı, yürüyüşümün, elimde olmayarak, bittiği yerde bir hayal görüyorum. Bir yalan görüyorum aynada. Bir yarım roman görüyorum on gündür. Televizyonum on gündür açık. Durdurulmuş bir film, on gündür öylece. Bir adam ve bir kadın filmde. Girdiler kapıdan, oturdular koltuklara. Deli divane bir gece olmalıydı. Kadın tam açacakken elindeki şarabı, durdurdum filmi orada. Devamını biliyorum zira.

Döndüm olduğum yerde. Geldiğim yolu usul usul arşınlıyorum. Bir sigara cebimden fırlayıp dudaklarıma oturdu. Bir çakmak çıktı cebimden. Üzerinde adım yazıyor. Gümüşi bir çakmağın üzerine bakır rengi desenlerle Mahir yazmak ancak annemin aklına gelirdi. Eve varmak istemiyorum. Çöken hüznüm bütün odalara dağılıveriyor. Usulca adımlamak. Belleğimde gittikçe bir ize dönüşen ve adını terkediliş koyduğum lüzumsuz evhamımın üstünü çizmeye çabalıyorum. Yağmur ne kadar da tutkulu. Bir el uzanıyor geriden. Omzuma dokunuyor. Dönüveriyorum. Bal gözlü kadın karşımda, sırılsıklam, hüzünlü.

“Nolurdu birkaç adım daha yürüseydin?”

“Anlayamadım.”

“Yeniden başlamalıydı, böylesi daha tutkulu olurdu. On gündür bekliyorum seni aynı saatte, aynı kafede, aynı köşede.”

“Nasıl yani?”

“Kafenin az gerisine dek gelip geri gittin her seferinde. Yüzünü çevirip de bakmadın kafeye bir türlü. Baksaydın bunca yalnızlığın sana hüzün değil mutluluk verirdi.”

“Sen her gün aynı yerde oturdun ve benim gelmediğimi görüp gittin öyle mi?”

“Aşk, anlamdır ilmek ilmek işlenen!”

Gülümsüyorum. Yine istemsiz. Derin yerden girdi. Ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemedim.

“Dün gece bir rüya gördüm? Eğer koluna girmeme izin verirsen anlatırım.”

“Tabii ki. Dinlerim. Yağmur, gece ve sen, içimdeki hazzı yoğuruyor, kıvama gelmeme az var.”

“Bir salon, gri döşenmiş, bir televizyon açık. Yarım bir film. Kadın şarabı bir türlü açamadı. Hemen durduruldu film.”

“Sen şaka mısın?”

“Hayır, kurmaca. Bir öyküden fırlamış gibi.”

“Tutkulu mu bari?”

“Hem nasıl!”

“ Ne dersin?”

“Neye ne derim?”

“Tutkulu bir avanos şarabına!”

“Evet derim!”

“Bir şey diyeceğim?”

“Sabaha kadar konuş, dinlerim.”

“Adımı hiç merak etmedin mi?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Çünkü biliyordum.”

“Nereden biliyordun?”

 “Boşver.”

“Yaaaa!”

“Yaa!”

“Peki neymiş adım?”

“Güzin!”

Continue Reading

Öykü

Mustafa Seyfi – Uçurum Kenarında İntihar Fragmanları

Published

on

Lucretia* gelip uçurumun ağzında durdu. Önünde sonsuz gökyüzü, gökyüzünün altında ise dipsiz okyanus vardı. Elinde bir hançer tutuyordu. Bu hançerden pıhtılaşmak üzere bir kanın son damlaları düşüyordu toprağa. Toprağın rengi kızıla çalmıştı.

Albert** uçurumun dibindeki kumsalda derin düşüncelere dalmış yürüyordu. Omzuna konmuş karganın farkında bile değil gibiydi, onu ne zamandır omzunda taşıdığını anımsamıyordu. Tek bir soru vardı kalabalık bir cenaze merasimi olan zihninde: Hangisini daha çok sevmişti, annesini mi babasını mı?

Lucretia, Romalı giysilerinin içinde fakat artık Romalı olmayan bir utancın gölgesinde bir adım daha attı uçuruma doğru. Aynı anda Albert de rüzgârın bozduğu fötr şapkasını düzeltmek için durdu, kafasını kaldırdı ve göz göze geldiler. Kadının perişan halini gören Albert içten içe bir acıma duydu. Lucretia duraladı, Albert’in omzundaki seferi karga da havalandı ve gökyüzünde birkaç kulak atıp Lucretia’nın yamacına vardı. Lucretia kolunu kaldırıp buyur etti gelen misafiri. Albert’in kargası, kadının bileğine geçirdi pençelerini usulca.

Albert sanki ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıkla baktı kargasının ardından. Ve yüksek yarın bulunduğu yöne, Lucretia’ya doğru konuşmaya başladı:

“Bir küçük kara karga bile bizden daha özgür. Çünkü kişi hiçbir şeye karar veremez, bu istenmez. Belirlenenlerin dışına çıkan birey, toplumun da -yani sistemin de- dışına çıkar. Bu katılığın da en fazla karşısına çıkan tehlike intihardır.”

Rüzgâr sanki Albert’in sözlerini duymuş gibi hiddetlenerek esmeye başladı. Albert yeniden fötr şapkasını düzeltme gereği duydu ve trençkotunun yakasını kaldırıp sözlerini sürdürdü:

“Bir intihar güzellemesi değil bu, sistem kötülemesi. Sistemin eleştirisini olabilecek en uç özgürlük, yani öz cinayet üzerinden yapma çabası. Kendi yarattığı hastalıklı toplumun tortusu potansiyel müntehirleri, bizzat bu eylemden de alıkoyarak daimî tutsak haline getiren sözüm ona bu kutsal sistemin eleştirisi.”

Lucretia gözlerini kederle yere indirdi önce, rüzgârın getirdiği okyanus köpüğü yüzünü ıslatmıştı. Hançerinin körelmiş ve kan bulaşmamış tarafıyla bileğindeki karganın tüylerini okşadı. Neden sonra aşağıya, Albert’e dönüp donuk bir sesle konuşmaya başladı:

“İntihar düşüncesi, temiz bir suya damlatılan siyah bir mürekkep gibidir. Ne yaparsanız yapın, o su eninde sonunda bulanacaktır. Ya o bulanık suyla sürüp gidecektir bu keşmekeş ya da suyu temizlemek için bardağın içi tamamen boşaltılıp bulanıklıktan sonsuza dek kurtulma yoluna gidilecektir. Bardaktaki suyu boşaltmak ise ölüm demektir.”

Durdu, rüzgârın savurduğu saçını düzeltti kulağının arkasına:

“Yaşam tutarsız ve sonludur, ölüm ise tutarlı ve sonsuz. Hayatın süreklilik maskesi altında her canlı için sayısız zorluk ve ızdırap söz konusu iken, ölüme ulaşan varlıklar için bu tip bir ‘saçmalığın’ lafı bile edilemez. Ölüm, hayatın yegâne manasıdır. Üstelik yaşamın kendisinden daha uzundur, çünkü zamanın zincirlerini koparıp özgürlüğünü kazanmıştır. Amaç, insanın en büyük masalıdır; en ufak bir kıpırtıda kolayca yıkılabilir. Yaşamış ve yaşayan her insanın birer hece eklediği -kelime bile değil-, heybetli fakat manasız bir şey olarak amaç… İnsanın hiçbir amacı mevzubahis olamaz. ‘Amaç’ makyajı ile çirkinliği saklanmaya çalışılmış, bizlere kutsallık kılıfı ile yutturulmaya çalışılan zavallıca yöntemler geliştirmiş tarih hep. Ne yazık ki haklıyım, haksız olmayı sonuna kadar dilerken.”

Lucretia sözlerini bitirmeye yakın Albert’in kargası da huysuzlanmaya başlamıştı. Bir kırgınlık vardı bu kadının sözlerinde, Albert’in öfke ve tiksinti dolu sözlerinden farklı olarak herkese ve her şeye karşı bir kırgınlık. Kendisi gibi kadim bir karganın bile taşıyamayacağı denli ağır bir yüktü bu. O sebeple karga Lucretia’yı bırakıp havalandı, bir müddet gökte süzüldükten sonra hem Lucretia’nın hem de Albert’in yorgun bakışlarını ardında bırakarak karanlık ormana dalıp gözden kayboldu.

Albert okyanusa çevirdi gözlerini ve Lucretia’nın da duyacağına emin olduğu bir yükseklikte kendi kendine konuşmaya koyuldu:

“İntihar, bireyleşmenin tamamlandığı veya tamamlanmaya yakınsadığı toplum ve topluluklarda genel yaklaşım itibariyle en fazla ‘trajik bir ölüm’ addedilmelidir. Oysa bireyleşmeden fersah fersah uzakta konumlanmış, hatta bireyleşme olgusunun günah kabul edildiği yerlerde ise kınama, toplumdan dışlanma, intihar edenin cenazesinin sahiplenilmemesi gibi pek çok sonuçları da var. Ne gülünç. Bizden istedikleri şeylere de bak hele: Dur ölme, yahut öldürme kendini, askerim ol, müşterime dönüş, bu intihar düşüncesinin yarattığı bulanık stresten hasta olup ilaçlarımı satın al, kliniklerimde yat. Gülünç de az, basbayağı pespayelik…”

Halbuki insan ırkı neler neler icat etmemiştir ki bu korkunç boşlukla baş edebilmek adına. Misal din… Başlangıçta insanoğlunun doğa güçleri ile iletişime geçme çabasıydı: yağmurla, güneşle, toprakla, hayvanla. Anlamlandıramıyorsan kutsarsın, üstüne bir de korku duyuyorsan ona adak adar, kurban sunarsın. Fakat insanoğlu bir gün toprağa karışıp yok olacağı gerçeğini iliklerine dek keşfedince din de birdenbire onun sarılıp avunacağı yeni bir mekanizmaya dönüşmüştü. Güçlü imparatorlukların bugünün ulus devletlerine ulaştığı aşamada, dinin de çok tanrılı çok motifli bir unsurdan tek tanrılı benzer kaygılı bir unsura evrilmesi de ilginç bir rastlantıdır… Ve bu mucizevi rastlantı sayesinde din, günümüzde teorik çerçevesi ekonomi politiğin dar açılı fayda potansiyele dayatılmış, maddi güçlere ve beklentilere odaklanmış, insanlara hizmetten çok insanlardan hizmet bekleyen bir şey’e dönüştürülmüştür.”

Albert bir an duraladı. Önce Lucretia’nın acı dolu gözlerinde bir ifade arandı, bulduğu gene yalnızca o soğuk ve kesif utanç olunca bakışını kaçırmak zorunda kaldı. Lucretia susmayı tercih ediyordu. Albert kargasının kaybolduğu karanlık ormana dönüp sözlerini sürdürdü:

“Yaratıcı sevgisinin yerini katı ve pederşahi bir Allah ya da Tanrı ya da Yehova’nın aldığı yerde ahlak kaygısı da olmaz, olsa da yukarıda robot resmini karalamaya çalıştığım maddi sembol ve rutinlere bağlanarak içi boşaltılır zaten. Zira insanlar tüm ahlaki kaygılarını din fenomeni üzerinden yaratıcının işaret ettiği mekanik ödevlere bağlayarak ahlaki yükümlülükten kurtulduklarını zannederler ve bugünkü gibi yozlaşmış bir ahlaka bel bağlarlar. Ahlakı dini pratiğin kısır tanımından görmeyi tercih eden birisiyse, yalnızca kitap toplayıp bu kitapları okumayan ve yalnızca kütüphanesiyle övünen yahut kazandığı paraları harcamayıp kasasını şişiren maddi manevi ‘cimri’lere benzer. Oysa felsefeyi, insanın gücünün yettiği ölçüde Tanrı’ya benzeme gayreti olarak ele alan Kindî’nin perspektifinden bakacak olursak; belki de Tanrı, cahilliği ve kusuru mazur göremeyecek tek ve mutlak güç sahibi olacaktır.

Bütün bunların ışığında sorulacak soru; bireyin kendi ölümüne de karar vermesi, bir medeniyet emaresi midir? Öyle olsa gerek ki günümüz neo-liberal çığlıkların Kudüs’ü sayılan Amerika’da dahi bu durum hoşgörüyle karşılanmaz. ABD’de yaşayan, intihara meyilli bir müntehir adayı, arama motoru adını verdikleri o uyumsuzları fişleme zımbırtısında yaptığı son aramalardan bir filtrenin gazabına uğrar ve intiharı önlenir – önlenmeye çalışılır. Dünyanın en büyük serbest ekonomisi bile mevzubahis intihar olunca, mizah konusu yaptığı kolektif sistemlerden daha müdahaleci bir hal alır ve hatta müdahalecinin Allah’ı olur. Çünkü -savaş, uyuşturucu, işlenmiş besin gibi yollardan her yıl öldürdüğü milyonlarcasına tezat da olsa- bir vatandaşın kendi rızası ile ölmesi işlerine gelmez. Ahırdaki diğer koyunları da uyandıracağı tehlikesine ek olarak, o koyunların her biri halen daha birer potansiyel tüketicidir; akıllı uslu durulması ve ne olursa olsun yaşamaya devam edilerek sistem adını verdikleri bu kutsal garabetin sürmesine yardımcı olunması gerekir ve de beklenir. Koyunların ölümü halinde geride bunca ürün, bütçe açığı masalları, insan değeri hiçe sayılarak sözde insanlar için üretilmiş ancak harcanmamış değerler arkada bırakılmış olur. Hem bir koyunun kendi seçtiği özgür bir yöntemle ölmesinin ne manası var; buyursun psikiyatri kliniklerine, eczane sıralarına, alkolizm kapılarına… Birilerinin de bu koca sektörleri finanse etmesi gerekmez mi?”

Albert birdenbire sustu. Yorulmuştu ve soluk soluğa kalmıştı. Dahası ve işin kötüsü, konunun içine saplanıp kaldığını ve dibe doğru battığını fark etmişti. Utandı. Çekinerek de olsa Lucretia’ya baktı. Kadının gözlerinde, muhatabının kendisi olduğu besbelli anaç bir acıma vardı. Bu, Albert’in utancını ikiye katladı. Onu ilk gördüğündeki acıma duygusunu ve ondaki utancı anımsadı. Sanki sessiz sedasız birbirlerinin duygularını takas etmişlerdi.

Kısa süren karşılıklı bir sessizlikten sonra kaldıkları yerden Lucretia uçurumu adımlaya, Albert ise yoluna devam etmeye koyulmuştu ki ikisi de aynı sese, karanlık ormandan gagasında iki dal lotus çiçeği*** ile dönen kargaya döndüler. Karga ilkin Lucretia’ya uzattı çiçeği, Lucretia hediyesine uzanırken elindeki kör hançer düştü ve uçuruma tırmanan kayalıkların arasında kayboldu. Karga daha sonra da eski dostu Albert’in yanına vardı, çiçeği uzatıp gene kendi yerine, yani Albert’in omzuna kondu. Lucretia ve Albert birbirlerine bakıp dostça gülümsediler, ellerindeki lotus çiçeklerini kadeh gibi kaldırarak birbirlerini selamladıktan sonra geldikleri yönlere gerisingeri döndüler.

*Lucretia: Romalı tarihçi Livius‘un aktardığına göre Cumhuriyet öncesi son Roma kralı Tarquinius Superbus’un oğlu Sextus Tarquinius tarafından kaçırılan, tecavüze uğrayan ve daha sonra bu nedenle intihar eden soylu bir Romalıdır. 

**Albert Caraco: Türk-Yahudi kökenli, Fransız asıllı Uruguay vatandaşı filozof, yazar, denemeci ve şair. 1969 yılında annesinin ölümü Caraco’yu kötü etkilemiş ve “Post Mortem” adlı eserine de bu olayın etkisi geniş biçimde yansımıştır. 7 Eylül 1971 tarihinde babasının da ölümünden kısa bir süre sonra intihar ederek yaşamına son vermiştir. 

***Lotus Çiçeği: Pek çok inanışta yeniden doğuşu, zihnin duruluğunu ve ruhun saflığını sembolize eden, durgun sularda, bataklık ve göl kenarlarında yaygın şekilde yetişmekte olan bitki.

Continue Reading