Connect with us

Öykü

Adnan Altundağ – Guguk Kuşu

Published

on

Guguk Kuşu Yuvadaki Düşman;

Asalak gugukların dişisi, konak yuvanın sahibi olan dişi kuşun yumurtlamaya başlamasını bekleyip, kuluçkaya yatmasından önceki zamanı kollayarak, değişik yuvalara genellikle birer yumurta bırakır. Yuvalarında yabancı yumurta bulan kuşlar çoğu kez bunun farkına varamazlar. Guguk yavrusu 12 gün sonra genellikle üvey kardeşlerinden önce doğar. İlk dört gün içinde henüz kör ve tüysüzken, üvey ana babanın getirdiği yiyecekleri yuvanın gerçek sahibi olan yavrularla bölüşmemek için, konağın yuvasındaki yumurtaları ve yavruları akrobatik hareketlerle tek tek yuvadan atar. Yuvadaki ebeveyinler kendilerinden farklı olan bu yavruyu kendi yavrularının ölmesi pahasına beslemeye devam ederler. Üç hafta sonra üvey annesinden daha iri olur. Altı hafta beslendikten sonra, genellikle yuvayı da dağıtarak eş aramaya ve yeni bir yuva bulmaya çıkar.(Vikipedi)

Sabah namazını kılmak için kısa bir süre gözlerini ovuşturduktan sonra yatağından kalktı hamal Mahmut. Dokuzuncuya hamile karısıyla birlikte, pencerenin icadından haberi olmayan dört duvar, bir kapıdan ve hücreyi andıran bodrum katındaki evinin odasından abdest almak için çıkmak istediğinde kaldırımda çizmiş olduğu çizgilere basmadan seksek oynayan küçük bir kız çocuğunun tek ayaküstünde oyun oynayışı gibi çocuklarının ellerine, bacaklarına basmadan gösterdiği gayretin ardından çıkabildi. Mahmut odadan çıktıktan sonra küçük kızı uyanmadığı için hayli sevinmişti. Küçük kızı her sabah erkenden uyanan babası ile birlikte uyanıp işe gitmeden önce babasına ayakkabılarının çok eskidiği, altının delindiğini, havaların soğuk olmasından ve her gün yağmur yağmasından dolayı çoraplarının ıslandığını, ayaklarının üşüdüğünü ve okuldaki arkadaşlarından utandığı için babasından sürekli yeni ayakkabı almasını istiyordu. Küçük kız Ayşe, okuldan döndükten sonra sokağın başında oturup babasının eve yeni ayakkabıları ile dönmesini beklerdi. Mahmut haftalardır çalışmadığı için eve eli boş döndüğünde küçük kızı sessizce başını eğerdi. Mahmut kızına bakarken yüzünde boncuk irisi ter damlaları birikir, boğazında bir diken varmış gibi zorla yutkunduktan sonra kızını teselli etmeye çalışırdı.

Hamal Mahmut genç olmasına rağmen saçları erkenden dökülmüş ve kafası keldi. Yaptığı hareketli ve ağır mesleğe rağmen hafif göbekli bile sayılırdı. Yüzünün ortasında patlıcanı andıran bir burnu ve üç günlük fırçalaşmış sakalları vardı. Yoksulluk yüzündeki karışlıklar arasına yerleşip yuva yapmıştı. Tüm hayatı boyunca hamallık dışında hiç bir iş yapmamıştı. Yaz aylarında iş yoğunluğundan dolayı bir karınca misali hep çalışarak biriktirmeye çalıştığı paralarla ( kazandığı para on boğazı doyurmaya yetmezdi hiçbir zaman. Birde yakında yeni yolcusu gelecekti. Karısının doğumuna bir aydan az bir süre kalmıştı) işlerin seyrek olduğu kış aylarını çıkarmayı düşünüyordu. Mahmut bugün bir iş çıkıp çıkmayacağını düşünerek abdestini aldığında hoca ezanı okumaya başlamıştı. Hocanın sesi sabahın sessizliğinden yararlanıp şehrin bütün sokaklarında yankılanıyordu. Ezanı dinleyen Mahmut, hocanın sesinin hayli kaba olduğunu düşündü bir an. Bir de ezana bir köpek, nağmeli nağmeli ulumalarıyla eşlik edince köpeğin ulumasının daha güzel olduğunu düşündü bir an. Mahmut bu düşüncesinden dolayı hemen tövbe edip kendisine lanet okuyarak dışarı çıkıp köpeğe bir taş atıp susturduktan sonra köpeklerin geldiği yere Allah’ın meleklerinin gelmeyeceğini ve bugün köpeğin kendisine uğursuzluk getireceğini sessizce mırıldanarak salavatlar getirip tekrardan abdest almak için banyonun yolunu tuttu. Mahmut her gün sabah namazını kıldıktan sonra evden çıkıyor gecenin geç saatlerine kadar hayvan pazarını andıran bir kahvehanede alınmayı bekleyen bir hayvan gibi dudağında sönmeye yüz tutmuş yarım sigaralarını üfleyerek duvarın dibinde oturuyordu. Ayazın insanın soluğunu dondurduğu karakış olduğundan dolayı haftalardır iş yoktu. Bu sabah kapısının önünde ezana uluyan köpek yüzünden yaşadığı talihsiz olay tekrar aklına gelince köpeğin kendine uğursuzluk getireceğini düşünüp bugünde eve eli boş döneceğini düşünerek bir sigara daha yaktı. Öğle vakti ezan okunduktan sonra namaz kılmak için oturduğu duvar dibinde son sigarasının dumanını havaya savuran Mahmut iki haftadır yanına gitmediği şeyhini düşünüp seyrek adımlarla caminin yolunu tuttu. Çocukluğundan beri babasıyla beraber gittiği medreseye babası öldükten ve evlendikten sonra da çocuklarını yanına alarak şeyhinin sohbetlerine katılmayı bir askerin görev bilinciyle ihmal etmemişti. Şeyhine karşı her zaman tövbesini diri tutup ve şeyhine, çobanına bağlı bir köpek gibi bağlılığını göstermek istiyordu. Namazını kılıp camiden çıkarak duvar dibindeki yerini alınca yanı başında beliren adamı kısa bir süre fark edemedi. Altmış yaşını geçmiş zayıf adamı ayaklarından süzüp gözleri yaşlı adamın yüzündeki köpek gözlerini andıran gözleriyle denk gelince sabahki uğursuz köpek tekrardan aklına geldi. Yaşlı adam evinin taşınması için üç adama ihtiyaç olduğunu söylediğinde uğursuz köpek bir duman bulutu gibi dağılıverdi birden zihninden. Sıkı bir pazarlığın ardından işi kabul etmekten başka çareleri olmayan hamal Mahmut ve arkadaşları, nakliye aracının kasasına binerken Mahmut yüzündeki sinsi gülümsemeyle şeyhinin, adını zikretmesi ile hemen Hızır gibi imdadına yetiştiğini düşünerek iş biter bitmez medreseye koşup şeyhinin huzuruna vararak, elini öpüp tövbesini yenileme kararını pekiştirdi.

***

Taşıma işlemi; her zaman bir şeylerden yakınan, dediğim dedik yaşlı adamın sıksa karısının iğneleyici ve azarla dolu sözleri arasında geçti. Yaşlı adam iş bittikten sonra üç hamala anlaştıkları paranın yarısını verince, Mahmut ve arkadaşları korkunç bir şaşkınlık anı yaşadıktan sonra kırmış oldukları bir iki biblodan dolayı istemsizce verilen parayı kabul etmek zorunda kaldılar. Mahmut gizli ve açığa vurulmayacak bir acıyla avuçlarının arasındaki paraya bakarak medresenin yolunu adımlamaya başladı. Evinin yakınlarında olan medrese, çalışmaya geldiği işten dolayı iki saatlik yürüme mesafesindeydi. Sabahtan beri hiçbir şey yemediği için yorgunluktan bitkin halde, kazandığı iki kuruş parayı da harcamamak için yürümeye karar verdi. Yolun köşesini dönüp sokağın başında durunca dondurucu havaya rağmen ter içinde kalmıştı. Medrese kapısına yaklaşınca şeyhine kavuşacağı için bütün yorgunluğunun geçtiğini düşündü. Şeyhinin huzuruna vardığında pejmürde bir kılıkta görünmek istemediği için üstünü başını düzeltip ve paçalarına yapışmış çamuru silmeye başladı. Üstünü başını düzeltirken yanında duran siyah Mercedes’in kornasıyla kendine geldi. Kenara geçtiğinde arabadan inen şeyhini görünce koşarak elini öpüp cübbesine yüzünü gözünü sürmeye başladı. Bu sahibinin ayaklarına dolanan bir köpeğin abartılı sevgisi karşısında rahatsız olan şeyh yorgun olduğunu belirterek müritlerine uyuyup dinlenmek istediğini söyleyerek kimsenin kendisini rahatsız etmemesini sıkı sıkıya tembihleyerek gözden kaybolunca, Mahmut ellerini karnının üstünde birleştirmiş başını yere eğmiş sessizce bekliyordu. Şeyhin evi medrese ile yan yana olan küçük bir sarayı andırıyordu. Şeyh akşama kadar evinden dışarı çıkmadı. Kendisini bekleyen müritleri medresede odasına bağdaş kurmuş zikir çekerek şeyhlerini bekliyorlardı. Saatler ilerledikçe şeyhlerini görmeye gelen müritler şeyhlerini görememenin üzüntüsü ve ümitsizlik içindeyken, Şeyhin danışmanı Melle Abdulcelil bugün şeyhin yorgun olduğunu ve medreseye gelmeyeceğini söylediğinde bütün müritler ellerinden oyuncağı alınan bir çocuğun üzüntüsüyle gitmeye karar verdiler. Müritler eve gitmek için hazırlandığı sırada şeyh son anda kararını değiştirdiğini haber verip herkesi evinde kabul edeceğini söylediğinde bütün müritler kendilerine verilen bu ayrıcalık karşısında sevinçten ne diyeceklerini bilmez bir halde bir birlerinin yüzlerine anlamsız anlamsız baka kaldılar. İlk defa şeyhin evini göreceklerdi. Şeyh hiçbir zaman önemli misafirleri dışında kimseyi evine kabul etmez ve müritleri ile sadece medrese odasında otururdu. Kapıdan içeri girdikten sonra bahçeye bakan Mahmut, bu bahçenin cennetten bir parça olduğunu düşünüp uzun süre gözlerini alamadan baktı etrafına. Bir Adem’in yasaklı meyve ağacı yoktu bu bahçede. Evin içine adım atar atmaz şaşkınlığı daha da arttı. Bir hücreyi andıran evi geldi gözlerinin önüne. Bu evin odunluğu kendi evinden daha düzel olmalıydı. Bütün müritleri evin her bir zerresini hayranlık ile izledikten sonra şeyhin huzuruna vardıklarında şeyhin elini öpmek için bir birlerini ezecek haldeydiler. Çıkan arbededen rahatsız olan şeyh, elini havaya kaldırıp oturmalarını işaret etti. Halıları kirletmekten korkan müritler kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra şeyh ikinci kez oturmalarını işaret edince hemen oturmak zorunda kaldılar. Şeyh Allah’a hamdu senalar, peygamber ve ehlibeytine selat-ı selamlar getirdikten sonra yorgun olduğunu ve sohbeti kısa tutacağını bildirdi. Bu kısacık an bile müritler için bir nimet sayılırdı. Şeyh sohbeti bitirmeden önce medresenin masrafları ve talebelerin bazı ihtiyaçlarının olduğunu söyleyerek cemaatin yardımda bulunmasını hadis ve ayetlerle anlattıktan sonra odadaki herkesin dışarı çıkmasını işaret etti. Şeyhin elini öpemeyen ve cübbesine yüzünü süremeyen müritler, buruk bir hüzün ile odadan ayrıldılar. Müritler evlerine dağılmadan Melle Abdulcelil yardımların toplanacağı kutuyu getirmişti. Kimi günlerdir çalışmayan yahut elinde çalıştığı günden kazandığı iki kuruş parayı yardım kutusuna atmak isteyen müritler arasında Mahmut yarışmada birinci olmak isteyen bir sporcunun gayretiyle en önde koşmuş ve cebindeki bütün parasını kutuya atmıştı. Medresede şeyhini görmenin sevinci ile yüreği ısınan Mahmut’un yüzünde sokağın başında kendisini bekleyen küçük kızını görünce yine boncuk irisi ter damlaları birikti ve boğazında bir diken varmış gibi zorla yutkunduktan sonra geldiği yolu gerisin geriye yürümeye başlayıp kızı uyuduktan sonra eve gitmeye karar verdi.

( AzYus)

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Öykü

Adnan Altundağ “Mezarlık Bekçisi”

Published

on

Yağmurun en güzel damlarıyla ıslanmış bir ilkbahar günüydü. Vakit ikindiden biraz sonraydı. Deli İbram, evinde ağlayan bir bebeğin sesini işittiğinde babadan kalma çiftesini arş-ı alaya doğru kaldırarak üst üste ateş etmeye başladı. Baba yadigârı çiftenin sesi omuz omuza vermiş mahalledeki küçük evlerin sokakları arasında yankılandı. İbram ilk kurşunu kör talihine,ikinciyi uğursuz günlerinin son bulmasına ve evinin bereketlenmesine sıktı. Mahalleli bu silah seslerinin bir çatışmanın başlamadığının, kadınların kocasız, çocukların ise babasız kalmadığı günlerin habercisi değil bir sevincin habercisi olduğunu anladılar. Silah sesinin yankısı kesildiğinde Deli İbram’ın evinde ağlayan bebeğin sesi de kesilmişti. Deli İbram’ın yüzündeki sevinç dalgası birden silindi. Ürkütücülük tekrardan yüzüne hâkim oldu.Korkuyla karışık ağır bir duyguyla kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açınca kapı gıcırdadı. Gözlerini odadakilerin üzerinde gezdirdi. İçeride korkutucu bir sessizlik hâkimdi. Hüzün koca bir yumru olup İbram’ın boğazını tıkadı, yutkunamadı. Karısına baktı, gözlerini gözlerinden kaçırarak. Bitkin bir halde yatağında yatmış olan kadının acısı kelimelere karıştı. Yavrusunun ölmediğini haykırdı. Güçlükle kolunu kaldırıp odadaki küçük kaz yavrusunu gösterdi. Küçük yavru kaz doğruca gelip İbram’ın karısının sıcak yatağında yanına oturdu. Kadın yavru kazı öz evladı gibi bağrına bastı. Deli İbram, küçük bez parçasına sarılı çocuğunu alıp bahçedeki kurumuş ceviz ağacının altına gömdü bütün umutlarıyla beraber.

Deli İbram yağmurun en güzel damlarıyla ıslanmış bir ilkbahar gününü bir daha yaşamadı. Yüzündeki ürkütücülük yerini hiçbir zaman yerini sevinç dalgasına bırakmadı. Çocuk sahibi olmaktan tamamen umudunu kesti. Karısına küçük kaz yavrusunu çocuğunun çocuğu olmadığını bir türlü anlatamadı. Sözlerinin faydasız olduğunu ve karısının aklını yitirdiğine hükmetti bir zaman sonra. Bir daha da bu konuyu açmadı. İbram’ın karısı küçük kaz yavrusunu yıllarca kendi öz evladı gibi sarıp sarmaladı. Yanından ayırmadı. Küçücük patikler ördü. Hastalandığında günlerce başında bekledi. Kocasından şehirden özel ilaçlar getirtti. Bir defasında da doktor çağırttı eve. Kaz yavrusu da annesinin sevgisine kayıtsız kalmadı. Deli İbram’ın karısını annesi bildi.

Aylar yavaş yavaş ve acımasızca akıp gitti. Küçük kaz yavrusu büyüdü. Deli ibram bahçesindeki kurumuş ceviz gibi ardından soyunu sürdürecek bir tohum vermeden öldü. Aynı günün akşamında karısı da öldü. O küçük kaz yavrusu kader gibi toprağa gömülmüş beyaz mezar taşları soğuk, acımasız rengi solmayan mezar taşlarının arasında annesinin mezarı başından ayrılmadı. Gagasıyla kurumuş otları temizledi. Kimsenin mezarın yanından geçmesine izin vermedi. Gelen herkesi kovaladı. Annesinin mezarına kimseyi yaklaştırmadı. Özellikle çocukları. Her gün güneş batıya doğru meyledince annesinin mezarının ayakucunda uykuya daldı.

Continue Reading

Öykü

İbrahim Tekpınar “Kaz Otaran”

Published

on

hasat sonrası biçilmiş ve sapsarı denizi andıran tarlalardan insanların bile var olduğunu unuttuğu küçük köyleri ardımda bırakıp köye gidiyorum. yolda otostop çekiyorum. köyün menziline girince uzaktan su kulesi görünüyor. tepenin üstünde görünen o kule su kulesi ablamlar da kulenin dibinde.

yaklaştıkça ne diyeceğimi düşünüyorum. sokağa girince fark ediyorum ektiğimiz dut ağacı büyümüş. susuzluğa dayanır diye ekmiştik. beyaz kapıdayım. elimle vuruyorum. içerden ablam koşup geliyor. şaşkın. “tek misin?” diyor. sarılıyor.

cevap vermeyeceğimi anlayınca;

“bu sene kaz aldık. kazlar bak şurda. ard arda geziyorlar. yavruları çok sevimli. yumurtaları büyük olur.” diyor.

anlamsız geliyor. ama ablamın muhhakak bir bildiği var diyorum. merakla dinliyorum. yatıp kalkıyoruz. köy işlerinde yardım ediyorum. ablam sürekli kazlardan bahsediyor.

-”yumurtaları büyük olur.” diyor.

neden aynı şeyi tekrar ediyor bilmiyorum. belki de kaderine, köye, büyük büyük laflar etmek istiyor da anlamam sanıyor. köy dediğimse küçücük yer. birleştirilmiş sınıflardan bir okul bir sağlık ocağı. bir de köy postası olarak da kullanılan bakkal. bakkalda telefon var. bir tek orda. çocuklardan biri çağırıyor. yüzünde bir hüzünle dönüyor.

“eve hırsız girmiş. dönsün “ diyorlarmış.

dolmuşa sabaha yetişeceğim. bugünlük buradan çıkış yok. sabah kalkıyoruz. kahvaltı bile yapmadan çıkıyoruz. uğrayacak çok köy var. eşyalarımı alıyorum.yola çıkıyoruz. yolda gördüğüm evler üzerine düşler kuruyorum. hep ama hep top oynayan çocuklara karışmak istiyorum.şehre geliyoruz.nerden anlıyorum.kaset değişiyor.kaset yasaklı biraz siyasi kaset.iniyorum.eve gidiyorum.

babam omzunu düşürmüş sigara içiyor.evdekilerdeyse

“neden bizim başımıza geldi” hüznü.kimse aç mısın? demiyor.otuyorum.

-”ablamlar kaz almış” diyorum.

birden herkes şaşıyor.

-”kazların yumurtaları kocaman olur.” diyorum.hepimiz susuyoruz ama biliyorum o yumurtayı düşünüyoruz.kabuğu daha kalın,beyaz,kırılınca içinden kaz yavrusu çıkmasını diliyoruz.hatta ben bir kaz yavrusu olmayı diliyorum.bunca dert sıkıntı olmaz olsun.kaz yumurtaları olsun.kazlar olsun.

II.

bu çocuk tam salak. eve hırsız girmiş. herkes telaş içindeyken zart diye kaz diyor. yumurta diyor. babam dövmese bari. zaten evden kaçtı diye sinirli, zaten eve hırsız girmiş diye burnundan soluyor. beyefendimiz de kaz diyor. büyüğü olduğum için kıskanmıyorum. bu çocuk çok hayalperest. sebep de ablamın gölgesinde büyüdüğü için. biraz erkek olsa.

kavgaya tutuşsa. sokakta kendini dövüyor diye ağlayarak eve gelmese. biz de rahat edeceğiz. ama nerde!

III.

nasıl da derin uyumuşum.hırsızı hiç duymadım bile. çocuklar tuvalete kalkar. kimse kalkmadı. zati küçüğü köydeydi. olsa kalkardı. neyse ki bugün geldi. sigaramı içerken içeri girdi. kaz dedi. Salak salak konuşuyor.boş hayaller kuruyor.bir keresinde “yazar olacağım” dedi. afferin acından ölürsün dedim.üzüldü morali yerine gelsin diye

“beni de yazacak mısın?” dedim.

he dedi.neyimi yazacak bu salak.ömrün enayilikle geçti.bir değil bin enayilik.parmakla gösterilecek kadar hem de.

-dışarı çıkacağım.

IV.

akşam çıktı.gelmedi.kapıları açık bıraktık.televizyonu da korkmamak için açtık.trt belgesel de kaz otaran belgeseli vardı.

-”abim senin bu salak kaz merakın yüzünden her şey başımıza geldi” diyor.

kapadı televizyonu.kazlardan nefret ediyormuş.tüm kazları öldürmeliymiş.ısırıyorlarmış ya insanı beni de öyle ısırı ısıra öldürmeliymişler.

babam o gün dönmedi. sonraki gün de hatta hiç dönmedi.kimi çocukları bırakıp kaçtı diyor.kimi faili meçhul diyor.bir kuyuya atmışlar diyorlar.

V.

bir yere kaybolduğum yok.sokağa çıkma yasağı varmış. çıktım. delirecektim ki askerler beni gördüler.alıp sorgıya çekeceklerdi.

-“kazlar uçabilir mi?” dedim. anlamadılar. alıp karanlık bir odaya tıktılar.oysa ben kaz oldum.tüylerim çıktı.tüylerim çıkınca canım yandı. sonunda o karanlıktan kurtuldum.kanatlarım var.kaz kanatları.uçtum.arayıp dursunlar beni.

Continue Reading

Öykü

Ömer Öztürk – Adı Güzin

Published

on

Usulca karardı gökyüzü. Günün akşama hazırlandığını görmüş olacak ki usulca karardı. Bu kararmaya sokaklar da eşlik etti. İnsanlar, kimi hızlı kimi yavaş adımlarla, kimi endişeli, kimi umutlu yüzlerle çekiliyor şehrin sokaklarından. Geriye kalan, kimsesizler, kendini kimsesiz hissedenler, bazı esnaf taifesi, pek ender kuşlar, yüreği yaralı köpekler, kediler, kağıt toplayıcılar; kalender bir hüznü sırtlamış olan ve şehrin yalnızlığından hüzün devşiren ben, bir biz kaldık kararan göğün koynunda, bir biz kaldık günün geceye dönmüş tarafında, güneşin usulca sönmüş tarafında.

Göğün kararması bulutlardandı, köpük köpük salınan bulutlardan. Deniz, masmavi deniz, karaya dönmüş. Gemiler çekilmiş, balıkçılar çekilmiş, sahilinde yürüyenler çoktan çekilmiş. Bir tek tutku var sahilde, bir de ergen bir tutkuyu cümle uzuvlarında hisseden kanıdeliler; sarmaş dolaş, geceye rağmen, usulca tıp tıplayan yağmura rağmen dudak dudağa… Romantik bir duyumsama, bakınca kanıdelilere, yalnızlığıma siniyor. Sarınmışım paltoma, sıkı sıkı hem de. İçimde bir yerlerde çok eski zamanların hüzünlü öyküsü. Canım Gogol’u hatırlamadan edemedim. Olmaz bilirim ya, çalınırsa paltom inceden üzülürüm.

Yürüyorum, şairin dediği gibi, ardıma bakmadan, usul usul, yürüyorum. Cebimde yarım kalmış bir sigaranın içli sesi, belleğim donuk, ruhum eski zamanları özlüyor. Tutkulu kanı delilere imrenmeyle karışık bir bakış kondurunca derin bir yarayı kanatmışım gibi hissediyorum. Bir zaman deli divaneydik, tutkulu. Sırılsıklam yağmurlara aldırmaksızın dokunduğum dudaklar bir bir hatırıma geliyor. Bu, sanki olanca yalnızlığımın içinden fırlamış muzip birkaç hatıra gibi. Hâlbuki yalnızlığım kalender bir hüzünden ibaretti. Puslu şehir, puslu sokaklar, çöken gece, usulca yağmur, kenarda köşede bekleşenler, yurdu yuvası olmayanlar, biçare köpekler, kediler, besliyordu yalnızlığımdaki hüznü. Yürüyorum, çarpacak omuz bile yok kaldırımda. Bir yanım deniz, bir yanım muayyen dizilmiş dükkânlar… Bir ben kalmalıyım bu şehrin kara dehlizlerinde geceye eşlikçi. Bir ben kalmalıyım her şeyin farkında olan ve fakat bilinçli bir hüzünle yoğrulmuş. Bir ben kalmalıyım bir de usulca salınan dumanlarım. Dudaklarımdan sakince süzülen, boşlukta dağılan dumanlarım.

Tıpır tıpır yağmur… Ne güzel yağıyor, yalnızlığıma yoldaş. Bir zaman, tam zamanını hatırlamıyorum, belki de birkaç gün önceydi, ortada bir terk ediliş varsa, o anda uzak bir geçmiş olarak kalır bende. O halde yeniden, bir zaman; tutkulu bir kadın oturmuştu yapayalnız bir kafeye. Hem kadındı yapayalnız olan hem de kafe. Ben vardım kafenin koynunda zira. Gittiğim yer yalnızlıktır. Hemen gözümle değebileceğim, yüzünün bütün ayrıntılarını seçebileceğim, sarıdan miras saçlarıyla, ıslak, ıpıslak saçlarıyla hemen yanı başımda bitivermişti. Buharı taşkın kahvem değiverince dudaklarıma, o efsunlu kokusu sokuluverince burnumdan içeri, nasıl bir hazzı duyumsuyorsam, öyle bir haz dolmuştu içime kadının gözlerine ilk değdiğimde. Yalan yok, hadsizlik olarak görmüştüm bu beklenmedik bakışı. Hadsizliğimdi evet. Ne lüzum vardı şimdi. Ama farkındasız gerçekleştirilmiş bir eylemdi bu. Kendiliğinden oluveren… Bal gözleriyle karşılaşınca, anlık hani, eskilerin lahza dediği şey, ellerimi yaman bir titreme almış, parmaklarım değiverince önümde duran kahveye, inceden bir yangı beni sarsmış, kendime getirmişti. O anda tebessüm etti kadın, gördüm. Tebessümüyle eş zamanlı beni süzdü, gördüm. Yine farkındasız, ahmakça davranışıma ben de tebessüm ettim. Ne yapmalı canım, insan bir güzelliğin karşısında afallar, önündeki sıcak kahveye yanlışlıkla dokunuverir. Mümkündür böylesi. Birden, yüzünü tam açıyla bana çevirdi kadın, karşılık verdim.

“Özür dilerim, istemsiz güldüm; iyi misiniz, eliniz yanmadı ya!”  dedi.

“Beni ister yanlış anlayın, ister yanlış anlamayın; güzelliğinizi fark ettiğim anda, hani ne derler; güzelliğiniz gözlerime değip de belleğime dek işleyince afalladım, biraz yandım ama mesele değil. Keşke, bütün güzel yüzlere bakabilmek için bir bedel ödenebilse öncesinde. Ben ödedim mesela.” dedim.

Tebessüm ettiğimin farkındayım iltifatvari cümlelerimi kurarken. Kadın da öyle, inceden tebessüm eder sandım ama öyle olmadı; bütün sıralı, ip gibi muayyen dizilmiş dişlerinin neredeyse tamamı göründü. Olmaz ki, olamaz ki: genç bir kadın, üstü başı özensiz, bir gece vakti bir kafede oturuyorsa, hiç makyaj yapmamışsa örneğin, bütün doğallığıyla, ıpıslak saçlarıyla duruyorsa öylece, var mıdır bir derdi? Gözlerinin derinine bakmalı. Bal gözleri elemi de neşeyi de eleverir. Yerimden doğruldum. Kahveyi alarak, sigaramı, çakmağımı alarak, içimdeki tutkulu gizi alarak, hazzı, hüznü, kalender tutumu alarak, birbirinden tutkulu öyküleri alarak yanıma, deli divane romanları, o romanların hüzünlü kişilerini alarak, Mümtaz’ı alarak, Gregor Samsa’yı alarak; Aslı Erdoğan’ı, Leyla Erbil’i alarak; tuttum karşısındaki sandalyenin başucundan. Gözlerim değdi yeniden bal gözlerine.

“Oturabilir miyim?”

“Tabii, buyurun.”

“Teşekkür ederim. Rahatsız etmedim umarım.”

“Başlarda tavrınız küstahça görünüyordu, samimi olduğunuzu anlayınca size karşı tavrım biraz yumuşadı. Rahatsız olmadım tabii ki.”

Uzun zamandır ilk defa, bir kadınla karşı karşıya oturmuşum. Yakmışız birer sigara. Kahvemiz tazelenmiş. Dağdan bayırdan şerden hayırdan konuşmuşuz. Gülmüşüz uzun uzun, yetmemiş kahkaha atmışız. Sanki tutkulu, aşk dolu bir film sahnesinden fırlamış gibiyiz. Sanki yanı başımızda bir yönetmen almış eline kamerasını, işte bu be, işte bu, der gibi…

Keşke öyle olsa. Bir film sahnesinden fırlasak. Yapayalnız olsak aynı zamanda. Gece olsa. Yağmur damlaları, yalnızlığımıza eşlik etse. Kaç saat geçmiş bilinmez. Zamanı hatırımda biliyorum, ama tüm çıplaklığıyla aklıma getirmek istemiyorum, yaralanırım yeniden, biliyorum. Tutmuş elimden, kalkmışız masadan. Yürümüşüz uzun uzun. Son kalan tekele dalmışız deli divane. Elimizde avanos şarabı, geçmişiz eve. Tam kapıda, birdenbire, daha ayakkabılarımızı çıkaramadan, bir mesaj geldi. Donduk kaldık öylece. Bu kalışımızın yüzümüze yansıması bir donukluk, içine gizlenmiş bir endişe haliydi. Sakince baktı telefona. Göremedim ben. Öldüm merakımdan. Özür dilerim dedi, usulca sokuldu. Öpüverdi yanağımın bittiği yerden. Baktı kapkara gözlerime, anlamlı. “Bir gün mutlaka, söz!”

Yağmur şiddetini hepten arttırdı. Yürüyorum hala. Sigaram çoktan bitmiş. Yalnızlık, içimi dolduran yalnızlık. Doğurmuş doğurmuş da gecenin koynuna doğru dağılıvermiş. Bütün şehir yapayalnız. Bakınca penceremden, yani gözlerimden, bütün sokaklar yapayalnız. Benim yalnızlığımdan hem de. Gözlerim usulca nemli, ruhum oldukça elemli. Yaralıyım. Yahu birkaç saatten nolur? Ne olmaz ki! Masamın üstünde bir adet çakmak, bir adet avanos şarabı, bir adet Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku. Evirip çevirip okudum günlerce. Ama dokunamadım şaraba. Belki de asla dokunamayacağım. Bir gün mutlaka dedi ve gitti. Ne zaman, hangi ara? Gerçi evimi biliyor. Ben, adını bile bilmiyorum.

Yağmur şiddetini enikonu arttırdı. Islanmak ne güzel. Gün geceyse, bir sis çökmüşse bütün şehre, binalar arasında zerre denli de olsa kalan üç ağacın, çiçeğin koynunda büyüyen, yurt yuva kuran börtü böceğin zarif sesiyle dağılmışsa inceden gece, kaldırırım başımı göğe. Sokarım ellerimi paltomun cebine. Kalırım olduğum yerde. Daha ileri gitmek istemem. Bilirim, birkaç adım ötesi yine o kafe. Bal gözlüyü ilk gördüğüm kafe. Kapı ağzında öylece bırakılışımın ardından tamı tamına on gün geçmiş. Gerçi benim için ilk günden itibaren on gün, bir zamandı artık. Gün gün, aynı saatte çıktım evden. Yine aynı tılsımı sırtlanarak, yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Şair haklı, yürüyüşümün, elimde olmayarak, bittiği yerde bir hayal görüyorum. Bir yalan görüyorum aynada. Bir yarım roman görüyorum on gündür. Televizyonum on gündür açık. Durdurulmuş bir film, on gündür öylece. Bir adam ve bir kadın filmde. Girdiler kapıdan, oturdular koltuklara. Deli divane bir gece olmalıydı. Kadın tam açacakken elindeki şarabı, durdurdum filmi orada. Devamını biliyorum zira.

Döndüm olduğum yerde. Geldiğim yolu usul usul arşınlıyorum. Bir sigara cebimden fırlayıp dudaklarıma oturdu. Bir çakmak çıktı cebimden. Üzerinde adım yazıyor. Gümüşi bir çakmağın üzerine bakır rengi desenlerle Mahir yazmak ancak annemin aklına gelirdi. Eve varmak istemiyorum. Çöken hüznüm bütün odalara dağılıveriyor. Usulca adımlamak. Belleğimde gittikçe bir ize dönüşen ve adını terkediliş koyduğum lüzumsuz evhamımın üstünü çizmeye çabalıyorum. Yağmur ne kadar da tutkulu. Bir el uzanıyor geriden. Omzuma dokunuyor. Dönüveriyorum. Bal gözlü kadın karşımda, sırılsıklam, hüzünlü.

“Nolurdu birkaç adım daha yürüseydin?”

“Anlayamadım.”

“Yeniden başlamalıydı, böylesi daha tutkulu olurdu. On gündür bekliyorum seni aynı saatte, aynı kafede, aynı köşede.”

“Nasıl yani?”

“Kafenin az gerisine dek gelip geri gittin her seferinde. Yüzünü çevirip de bakmadın kafeye bir türlü. Baksaydın bunca yalnızlığın sana hüzün değil mutluluk verirdi.”

“Sen her gün aynı yerde oturdun ve benim gelmediğimi görüp gittin öyle mi?”

“Aşk, anlamdır ilmek ilmek işlenen!”

Gülümsüyorum. Yine istemsiz. Derin yerden girdi. Ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilemedim.

“Dün gece bir rüya gördüm? Eğer koluna girmeme izin verirsen anlatırım.”

“Tabii ki. Dinlerim. Yağmur, gece ve sen, içimdeki hazzı yoğuruyor, kıvama gelmeme az var.”

“Bir salon, gri döşenmiş, bir televizyon açık. Yarım bir film. Kadın şarabı bir türlü açamadı. Hemen durduruldu film.”

“Sen şaka mısın?”

“Hayır, kurmaca. Bir öyküden fırlamış gibi.”

“Tutkulu mu bari?”

“Hem nasıl!”

“ Ne dersin?”

“Neye ne derim?”

“Tutkulu bir avanos şarabına!”

“Evet derim!”

“Bir şey diyeceğim?”

“Sabaha kadar konuş, dinlerim.”

“Adımı hiç merak etmedin mi?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Çünkü biliyordum.”

“Nereden biliyordun?”

 “Boşver.”

“Yaaaa!”

“Yaa!”

“Peki neymiş adım?”

“Güzin!”

Continue Reading