Connect with us

Kültür

Kapıları açık bırakan anneler: Plaza de Mayo ve Cumartesi Anneleri

Published

on

Latin Amerika ve Güney Amerika’nın makus tarihi darbe ve gücün  el değiştirmesi sırasında yaşayan sıkıntıların tarihidir. 

Latin Amerika’nın en bahtsız ülkesi sayılan  Arjantin’de 1930 sonrasında ordu siyasetin içinde aktif rol almıştır.1946 yılında general Juan Domingo Perón, eşi Eva Perón’u da başkan yardımcısı adayı gösterdiği cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır. On yıl gibi bir süre iktidarını sürdürür, ordu Eva Peron ve eşi Juan Domingo’yu devirmek için başka bir adayla seçime girer.

1958’de seçimleri Arturo Frondizi kazanır. Ordu  Frondizi’nin ekonomide başarısız olduğunu iddia ederek yerine Arturo Illia‘yı seçtirir. Arturo Illia için de Peron taraftarlarıyla iş birliği yaptığı iddia edilir ve ordu 1966 darbesini yapar. Ordu aktif olarak 7 yıl Arjantin’i yönetir. Ordunun baskıları sürer halk sokaklara dökülür. 1973 yılında ise Juan Domingo Peron’un yerine kalem müdürü seçime girer. Kazanır ve Juan Peron sürgünden döner. Dokuz ay sonra ölür ve ülke karışır.

Meclis başkanı Ítalo Argentino Luder, Şubat 1975’de anayasaya aykırı olarak yayınladığı 261/1975 numaralı kararname ile Tucumán ilindeki ayrılıkçı hareketi bastırmak için orduya sınırsız yetki verir. Ordu kirli bir savaşa başlar. Sokaklarda çatışmalar artar ve kayıplar da artar. 1976-83 yılları arasında 30 bin kayıp olduğu tahmin edilmektedir.

Madres de la Plaza de Mayo – Plaza de Mayo Anneleri

Savaşın kirli bir şekilde yürütüldüğü 1977 yılında, çocuklarının akibetini öğrenmek için Azucena Villaflor de Vincenti, Berta Braverman, Haydée García Buelas, María Adela Gard de Antokoletz, Julia Gard, María Mercedes Gard, Cándida Gard, Delicia González, Pepa Noia, Mirta Baravalle, Kety Neuhaus, Raquel Arcushin ve Sra. de Caimi adındaki kadınlar Buenos Aires şehrinin Plaza de Mayo Meydanı‘nda bir eylem yaparlar.

Beyaz başörtülerine kayıp çocuklarının adını yazıp cumhurbaşkanlığı sarayının yakınında eylem yapmaya başlarlar. 1977 yılının sonunda eyleme katılan anne sayısı 300’e ulaşır. Mayıs Anneleri’nin kayıp yakınlarıyla ilgili yaptığı bir imza kampanyasına 24 bin imza toplanır. Hükûmet bu mücadelenin önderlerinden olan Azucena Villaflor de Vincenti ve onunla birlikte birkaç kadını kaçırır ve kayıplara onlar da eklenir.

Mücadele devam eder. Anneler her Perşembe günü saat üçte Plaza de Mayo Meydanı’nda sessizce eylem yapar. Gözaltı ve sindirme politikalarına rağmen eylemler devam eder. Buenos Aires’teki bu eylemler, Türkiye’deki annelere de ilham olur. Plaza de Mayo anneleri torun sahibi olmalarına rağmen hâlâ meydanlardalar. 2005 yılında, 1977 yılında kaçırılan  Plaza de Mayo annelerinin liderlerinin cesetleri bulunur. Meydanın içinde bulunan bir duvara külleri gömülür. Plaza de Mayo annelerinin mücadeleleri hükümet tarafından onursuzlaştırılmak istenir ve ikiye bölünürler. Haklarında yolsuzluk suçlamaları yapılır. 40. yılında mücadeleleri devam ediyor, kırk yıldır çocuklarını bekliyorlar.

Dayikên Şemiyê – Cumartesi Anneleri

Plaza de Mayo annelerinin eylemleri, 1995 yılında Türkiye’de özellikle 1980 ve 90 sonrası gözaltılar sırasında çocuklarını kaybeden annelere de ilham oluyor. İnsan Hakları Derneği tarafından başlatılıyor. 1995 yılında kaybedilen Hasan Ocak’ın bulunamamasıyla eyleme başlanıyor. 30 kadın, beyaz başörtüleriyle Galatasaray Meydanı’nda buluşuyor. Eylemler daha sonra daha fazla kurum ve kişinin katılımıyla devam ediyor.

Hasan Ocak’ın cenazesine ulaşılıyor, en son gözaltına alınan Ocak’ın kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıkıyor. Cumartesi Anneleri‘nin mücadeleleri bölge illerinde kurumsallaşmaya başlıyor. Yakın zamanda Cumartesi Anneleri’nin sembol isimlerinden biri haline gelen ve ölen Berfo Kırbayır, 33 yıl oğlunun kemikleri için mücadele etti. Oğlunun bir mezarı bile olmadan Berfo Ana öldü. Ölmeden önce sadece oğlunun kemiklerini istediğini ve bir mezarı olmasını istediğini vurguluyor. “Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı açık bıraktım. Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi. Benim çocuğum ölmüşse cenazesini bana versinler,” demesiyle akıllarda kalmıştır.

“Berfo Ana” olarak aklımıza kazınan Berfo Kırbayır, 33 yıl boyunca gözaltında kaybedilen oğlunu aradı. 106 yaşında oğlundan bihaber hayata gözlerini yumdu. Tek isteği, oğlunun bir mezar taşı olmasıydı ancak bu Berfo Ana’ya çok görüldü. Yıllardır süren mücadelesi ile Cumartesi Anneleri’nin simgesi oldu.

Cumartesi Anneleri’nin mücadeleleri, kapıyı açık bırakan annelerin mücadeleleri hem Plaza de Mayo’da hem Galatasaray’da hâlâ devam ediyor. Türkiye’de 22. yıl Arjantin’de 40. yılında…

İbrahim Tekpınar- Gaia Dergi 2017

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Kültür

Mengü Ertel -Bir Yaşam Yontucusu “Kuzgun Acar”

Published

on

Çok kalabalık bir insandı Kuzgun. Onu çok, çok kişi görmüştür, var olduğu her yerde. Çünkü Kuzgun’u görmemek olanaksızdı. El hak kendini göstermek için de ne gerekliyse, daha doğrusu ne gereksizse, kesinlikle yapardı. Ben buradayımın arkasına saklanan, bir yalnızdı çünkü.

Kuzgun’u görenlerin sayısını saptamak olanaksızdı, tanıyanlarını da. Şu yazının tasarımı sırasında bir şeyin ayırdına vardım. Kafamda hızla devinen anlatım kurgusunda adını nerdeyse her cümlenin içindeki kelimelerin arasına sokuşturmam için beni muzipçe zorluyordu; deyyus! Çünkü Kuzgun’la beraberken (doğal olarak) o konuşurdu ve de kaç kişilik bir grup olursanız olun çevreye egemendi. Hele biraz dalın, ondan koptuğunuzu (arkası dönükse bile sezebilirdi) çaksın, o noktadan sizi konuya iliştirir, hatta yapıştırırdı. 

Kuzgun Acar, 1950’li yılların başında ilk sergisini açtığı MAYA Sanat Galerisinde. Fotoğraf: Ara Güler

Bunun için de geliştirdiği diyemeyeceğim, doğal yapısında var olan, “Kuzgun sarmalı”na giriverirdiniz, uzağında ise (daha yüksek sesle olamayacağını sandığınız) konuşma tonunun rahat iki katında ve de biraz çatlatılmış sesi ile yakınlarınızda ise kesinlikle elleri ile size kendini daha yakın hissediyorsa kolları ile biraz daha yakın sayıyorsa sizi (bugün mutluluk ve hüzünle anımsadığım) ısırarak uyarırdı dostlarını. 

Yamyam’ın muhabbetinin izini de birkaç gün kolunuzda bir dövme gibi taşıyabilirdiniz. Kuzgun, Kuzgun, Kuzgun herkesin önce şaştığı, ama hemen öğrendiği bu isim Kuzgun’un nüfus kâğıdında yazıldığı biçimi ile Abdulâhet Kuzgun Çetin (28 Şubat 1928-4 Şubat 1976) adı, sakallı babam diye bana Keskin’den yazdığı mektupta belirtilen Cumhuriyet döneminin en becerikli ve nüktedan kişisi tarafından konmuş ise de bu zat, bu harika esprisini patlattığı kâğıttaki baba hanesine adını oğlu 20 yaşını aştıktan ve de Kuzgun’un karnındaki güneş ışıklarını göstermeye başladıktan sonra yazdırmıştır.

Uyanık olduğumuz her dakika beraberdik

Ben Kuzgun’u 1949 yılında tanıdım. O günden bugüne yaşamımda Kuzgun’un önemli bir yeri vardır, bazen çok yakın, bazen çok uzak ama hep vardır. Şimdi düşünüyorum da, oluşum dönemimiz diyebileceğim 1950-60 yılları arası yoğunluk, zaman, zamanda çok yoğunluk kazanıyor.

1953 özellikle Ankara’da Yedek Subay Okulu’ nda talim ve dersler dışında, uyanık olduğumuz her dakika beraberdik. Hani zaman zaman denk düşer ya, cumartesi, pazar, salı milli bayramı, çarşamba arife sonrası, dini bayram arkasından sömestr işte öyle bir fırsat oldu. Biz Ankara bożkırında tüfek atmayı öğrenirken, 6 bin kişilik Yedek Subay Okulu boşaldı içindekiler yurdun dört bucağına dağıldı. 

Ara Güler’in 1950’li yıllarda çektiği başka bir Kuzgun Acar portresi.

Biz cennet kuşları yani Abdulahet Kuzgun, Çetin Acar ve Mengü Reyan Ertel. Beşer liramız olsaydı otobüsle gidebilirdik, olmadığı ve de asker kazanı, kalan 60-70 kişiye kaynatıldığı ve de yalnız yatmadan yatmaya okula dönülebileceği için Ankara’yı bekledik. Tatilin bitmesine 2-3 gün kala günlük yayan Kızılay seferimizden dönerken cebimizdeki 3-5 kuruşu denkleştirdik, ya çıkarsa dedik ve Tayyare Piyangosu aldık ve de çıktı. 250 liramız oluverdi birdenbire, ne mi yaptık, içtik tabii.

Söz askerlik anılarına kayınca her vatan evladının anlatacağı yüzlerce öykü vardır. En önemli dünya veya sanat sorunlarını çözümlemeden birisi kazara anlatımını pekiştirmek için bir askerlik lafı etsin. Artık o gruptaki er kişileri tutamazsınız, hele bizler gibi hercaileri.

Kuzgun, ciddi bir şekilde silah kullanmayı öğrenmek istiyordu

Alın size Kuzgun’lu bir askerlik hikâyesi (öyküsü yakışmıyor)… Askerseniz olabildiğince az talime çıkmak için ne gerekliyse yapacaksınız. Hele bizler gibi 3-4 yıldır Beyoğlu meyhanelerinin tek tek kapanış saatlerinde hazır bulunup, o meyhane kapanırken diğerinin kapanışını kaçırmama taliminden, yat kalk talimine geçiş sizi zorluyorsa. Biz de gerekeni yaptık. Akademiden arkadaşımız Sacit Uslu, gazeteci Necmi Onur ile kendinde tiyatro ve gösteri yetenekleri olduğunu iddia eden bir sürü hergele bir araya geldik. 

Şiirler yazan ve okulun temsil kolu sorumlusu, bizim bölüğün yüzbaşısına ne denli önemli bir ekip olduğumuzu kanıtlamak için can siperane bir şekilde tiyatro salonunda faaliyet gösterdik. Askerlik kurallarına uygun olarak koridorun iki başına diktiğimiz arkadaşlarımızın koruması altında yedek subay tarihinde en görkemli olacağını iddia ettiğimiz “AYYAR HAMZA” oyununu prova ediyorduk. 

Kuzgun Acar’ın Ankara Kızılay Meydanı’nda bulunan Emekli Sandığı Gökdeleni’nin cephesine yaptığı “Türkiye Heykeli”. Görsel: Salt Araştırma

Kuzgun bize katılmadı, ciddi bir şekilde silah kullanmayı öğrenmek istiyordu çünkü. Silah olarak da artık kendi mi seçti yoksa öyle mi denk düştü bilmiyorum bazuka taşıyordu. Yaz dönemindeydik; biz tiyatro salonunun penceresinden bazukasının ucu yere değmesin diye sağ omuzunu 10-15 santim yukarı kaldırmış Kuzgun’a el sallıyorduk. 

Uzun süre dayandı, bu arada bizim kadromuz da şiştikçe şişiyordu ışıkçı, dekorcu, makinist, perdeci vb. çalışmaları mutlak gerekli dediğimiz kişilerin sayısı artık sonuna gelmiş, yüzbaşı başka adam istemem demişti. Fakat artık Kuzgun’da da bazukayı taşıyacak takat kalmamıştı. 5-10 dakikalık çakı gibi topuk vurup selam verme talimini yaptıktan sonra Kuzgun yüzbaşının karşısına çıkacak (olabildiğince) güvenilir bir görünüm kazandı. İstanbul SES OPERETİ’nin baş suflörü olarak aramıza katılmasının temsilimize olağanüstü bir RENK (!) katacağı konusunda komutan ikna edildi. 

O da bu oyunumuzu hoş görünce Kuzgun kadroya girdi. Sonra ne mi yaptık, daha önce de söyledim ya, bulunduğu toplulukta Kuzgun’u susturmak olanaksızdı diye. Kovaladık… O rahat, biz rahat temsil günü geldi. Yüzbaşı sahne arkasını teftiş ediyor, tam takım orada olmamız gerekli, Kuzgun da oradaydı tabi, hem de görev yerinde yani bulunduğu kulis arasında, elinde konyak şişesi sızmıştı. Üstüne bir örtü attık, yüzbaşının ilgisini de dekorun ve ışık düzeninin ihtişamına çektik.

Sait Faik elimi sıkarken diz kapaklarımın titrediğini anımsıyorum

Bizim Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri olarak sanıyorum Sanayii Nefise’den Mimar Sinan Üniversitesi’nin bugününe dek ayrıcalıklı bir konumumuz vardı. Sarayımızın onda sekizi yanmış bu arada ünlü kütüphane de kül olmuştu. Mimari bölümü Yıldız’da bir yere gönderilmiş, kalan öğrenciler müştemilat bölümlerine balık istifi yerleştirilmişlerdi. 

Nehar Tüblek, Abidin Dino, Mengü Ertel, Kuzgun Acar İstanbul Galeri-1’de ‘Kuzgun Acar-Abidin Dino Sergisi’nin açılış gününde.

Bir örnek isterseniz, büyükçe bir odanın ortasına tebeşirle bir çizgi çizilmiş, bir yanı Sabri Berkel’e diğer yanı ise Edip Hakkı Köseoğlu‘na, yeni öğrencilerine (ki bunların liseyi bitirip gelenleriyle, ortayı bitirip gelenleri de tekrar ikiye bölünerek) atölye çalışması yaptırılmak üzere tahsis edilmişti.

Ben, bu atölyenin öğrencilerinden biriydim. Kuzgun ise biraz daha şanslıydı, heykel bölümüne biraz daha az öğrenci alınmıştı (lise-yüksek). Akademi’nin tüm heykel öğrencileri ile birlikte daha genişce ve yüksek tavanlı, ışıklı bir mekânda idiler. Hatırladığım kadar Sabri Berkel dışında disiplinli bir eğitim yapma gayretinde hiçbir hoca yoktu. Zeki Faik İzer müdürdü. Tüm öğrencilerden nefret ediyordu, akademiyi yakanların komünistler olduğundan şiddetle emindi. Bütün öğrencilerin cici çocuklar olmasından yanaydı. Herkesten derece derece nefret ettiğine inandığım bu zat, pek cici çocuklar olamadığımız için, Kuzgun’u ve beni nefret derecelerinin en üst sınırlarına yakın bir yerlerde konumladı. Bizler de onu fazla üzmemek, sanat eğitimimizi (biraz disiplinsiz olmakla beraber) daha üst düzeyde sürdürebilmek için biraz yukarlara, Beyoğlu meyhanelerine uzandık. 

Ekim 1962’de Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde katıldığı serginin kataloğunun ön sözünde Kuzgun Acar ile ilgili olan bölüm ve sergideki haykellerden birinin fotoğrafı.

Hangisine, nasıl ve neden gideceğimiz konusunda birbirimizle dalaşırken (Kuzgun, Aloş, Oktay Günday, Orhan Peker, Fikret Otyam, Altan Erbulak ve de daha bir çoğu) birdenbire Beyoğlu Kallavi Sokak’ta (bugün bir konfeksiyon atölyesidir) küçücük bir binanın ikinci katında Maya Galerisi açıldı. Burada sergiler açılıyor, adlarını bildiğimiz, kitaplarını yutarcasına okuduğumuz, üzerlerinde gecelerce ahkâm kestiğimiz yazarlara her an rastlanabiliyor ve de bizler kovalanmadan bir kenarda onları dinleyebiliyorduk (genellikle dışardaki odadan) hayrettir ama Kuzgun bile bir süre sustu.

O topluluğun odak noktası, galerinin sahibi, kendisini ilk gördüğümüz, fakat içimiz giden Hollywood yıldızlarının sesini taşıyan yürekli güzel insan, Adalet Cimcoz’du. (Giderek ağıta dönüşüyor bu yazı, birçok sevgili yitik dostlar doluşuyor içine.)

Bizleri benimseyiverdi bu insanlar. ADA’nın (Adalet Cimcoz) beni, Sait Faik‘le tanıştırmasını anımsıyorum şimdi, Sait elimi sıkarken diz kapaklarımın yerinden fırlarcasına titreşimini anımsıyorum hâlâ.

Kuzgun Acar’ın ikinci eşi Bige Berker’den olan tek çocuğu, oğlu Yunus Acar ile Kanlıca’daki evinde. Yıl 1966-1967. Yunus Acar, Belçika’da yaşıyor.

Kuzgun öne çıkıverdi birden. Renginin, coşkusunun, dünya sempatiği davranışlarının, şimşekler patlatan zekâ ışıltılarının avantajı ile. Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Adil, Arif Dino, Abidin Dino, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Füreyya, Aliye Berger, Orhan Kemal, çiçeği burnunda Yaşar Kemal, Nahit Sırrı Örik, Mücap Ofluoğlu, Ara Güler, Cahit Irgat, Mina Urgan, Azra Erhat, Sabahattin Batur, Nuri İyem, Rasih Nuri, Ferruh Başağa, Haşmet Akal, Ali İnge ve daha birçok insan doldurup boşaltıyordu bu küçücük mekânı.

Şiir, öykü, roman ve sinema önlenemez tutkularımızdı

Kuzgun’la, ben keyifli bir çoşku içinde galerinin ayak işlerini yapıyor, sergi açılışlarında içki dağıtımını üstlenirken büyük bir iyi niyetle içkilerin tadını denetliyorduk ve genellikle bu mesaimizi, Kuzgun’un banyodan bozma servis mekânında küvetin içinde sızmasıyla sonuçlandırıyorduk. 

Hayrettir, ADA bize kızmıyor, hatta Kuzgun’u uzunca bir süre (üstelik para da vererek) galeri müdürlüğü (!) ile görevlendiriyordu. Daha sonra bu müdürlük önce Kuzgun’un renkdaşı Seher ve de hâlâ aramızda müdür sıfatını taşıyan Nejat Çokay tarafından sürdürüldü. Üst baş durumumuza ve kötü beslenmemizin yansıdığı suratlarımıza bakan ADA, bizlere onurumuza özen göstererek işler icat ediyordu. Beni Ferdi Tayfur‘a gönderdi. Sözde dublaj (!) yapmaya başladım. Bir dublaj seansı içinde bir iki evet, hayır “New York’a iki bilet lütfen” gibi zor cümlelerimi geveleyip üç beş lira alıyordum. 

Mehmet Ulusoy’un 1975’te Paris’te sahneye koyduğu Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” oyununun mask ve kostümlerini Kuzgun Acar hazırladı. Oyun dört yıl sonra İstanbul’da Dostlar Tiyatrosu tarafından tekrar sahnelendi.

Kuzgun da bazı şapkacı veya kumaşçı dükkanlarına orijinal (!) vitrin dekorları yapıyor, yuvarlanıp gidiyorduk. Kuzgun’un atölyesi yoktu, fakat demircilerle, marangozlarla dostluk kuruyor, Haliç hurdalıklarında geziniyor, topladıklarını ekliyor, püklüyor nefis biçimler kurguluyordu. 

Ali Bütün ile birlikte Göksu Deresi’nde çömlekçi Hasan Usta’nın işyerinde çömlekler yapıyordu. Serbest çalışmaları böyle sürerken akademi eğitimi de başka bir boyut kazanmıştı. Klasik bir öğretim yöntemiyle ilgisiz olarak. Hadi Bara, Zühtü Müritoğlu, İlhan Koman, Sadi Çalık gibi hocaları ondaki bu büyük tutkuyu sezmiş evlerini ve atölyelerini ona ve Aloş’a açmışlar, bu arada ben ve benim gibi birçok genç içkili, kavgalı, gürültülü bu ortama balıklama dalmıştık. 

Şiir, öykü, roman ve de özellikle sinema önlenemez tutkularımızdı. 2.30, 4.30, 6.30 ve suarede günde dört film izlediğimizi ve sabahlara dek sokaklarda, parklarda tartıştığımızı, film projeleri oluşturduğumuzu, bugün bile keyifle anımsıyorum.

Hocalar Kuzgun’u seviyor, işlerini benimsiyor, fakat sınır tanımayan insan ilişkilerinden rahatsız olarak ona akademi içinde bir görevi kesinlikle düşünmüyorlardı. Nitekim 1961 yılında Dünya Genç Sanatçılar Yarışması‘nda kazandığı birinciliği buruk bir alkışla kutladılar.

Kuzgun Acar, bir sanatçı olarak çizgi grafiğin en üst noktasındaydı. Namık Denizhan, Acar’ın bire bir boyutlarda bir heykelini yapmıştı.
‘Bu herif size inanmazdı cesetini rahat bırakın’

Fransız Devleti’nin tanıdığı, Fransa’ da uzun süre çalışma olanağı, Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde sergi açması, Mehmet Ulusoy‘un Paris’te sahnelediği Brecht‘in Kafkas Tebeşir Dairesi oyunu için hazırladığı harikulade masklar ve de bugün üç beş yerde kalabilmiş beş on parça işi dışında, tüm işlerinin yok oluşuna aldırmadılar. Ve de Paris dönüşü akademiye girme olanağını sağlamadılar.

Kuzgun’la benim karşılıklı bir sözleşmemiz vardı. Hangimiz önce ölürsek diğeri cenazede “Bu herif size inanmazdı cesetini rahat bırakın” diyecektik imamlara ama ben sözümü tutamadım, korktum. Mezarlığa almazlarsa ne yapabilirdim Kuzgun için. Akademi’de bir tören düzenlendi ölümünde, birileri ne kadar önemli bir sanatçı olduğunu anlattı. 

Ara Güler’in çektiği Kuzgun Acar portresi.

Birileri de beni arkamdan itip, “sen de en yakın dostlarından birisin” dediler. Gözyaşlarımı gizlemeye çalışarak bir şeyler gevelemeye başladım. Baktım beceremiyorum, yüksek sesle ve net olarak “Dirisini sokmadınız bu binaya şimdi ölüsüne saygı duruşundasınız”dedim, kestim.

Mavi ispirto içerek yaşayıp, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ölen, “Anam” dediğim, Zehra anasının ve KUZGUN’un anılarına sevgi ve saygı ile.

Kaynak: Bu yazı, Gergedan dergisinin 17. sayısından alınmıştır.

Continue Reading

Kültür

Japonya’nın Rüzgar Telefonları “Wind Phone”

Published

on

2011 yılında Japonya’nın Otsuchi kasabasında yaşayan İtaru Sasaki Tsunami de kaybettiği kuzeninin yasını tutmak için bahçesine bir telefon kulübesi yerleştirmiştir. Kulübeye bağlantısız bir telefon koyup konuşmak istediklerini, söyleyemediklerini söylüyor geri kapatıyor ve telefon kulübesinden hiç eksik olmayan rüzgarın da onun söylediklerini kuzenine ulaştıracağını düşünüyor.

Sasaki, bu şekilde “kuzenini kaybetmenin acısıyla baş edebildiğini ” bildirmiştir. Tsunami sonrası yakınlarını kaybedenler bir şekilde Wind Phone’dan haberdar olmuştur. Tsunamide sevdiklerini kaybedenler, bu telefon kulübesine onlara söyleyemediklerini son kez dile getirmek için geliyorlar. Telefon kulübesi bu şekilde yüz binlerce insanın yaslarıyla başa çıkmaları için bir alan yaratmıştır.

Continue Reading

Kültür

Lefter Küçükandonyadis / “En Kötüsü Harçlık Verdiğim Çocuklar Evime Saldırdı”

Published

on

Raffi Hermonn’un 6/7 Eylül olaylarını anlattığı “kefere’nin sessiz çığlıkları” adlı yazısında Lefter Küçükandonyadis’in ifadeleri de yer alıyor. Lefter “on on beş gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise boya tenekeleriyla karşılaştım en kötüsüyse harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı” diyor.
          Raffi A. Hermonn / Kefere’nin sessiz çığlıkları

“En kötüsü, harçlık verdiğim çocukların evimi taşlamasıydı…”

Değerli okuyucularım, sırada farklı yazılarım olmasına rağmen, sosyal medyadan ulaştırılan Sedat Kaya’nın bir yazısını önemsiyor, günün ehemmiyetine göre sizlerle paylaşıyorum…

Yıl 1955’ti..
Eylül’ün 6’sı..
İstanbul’da serin bir sonbahar akşamıydı..
Vural Öger henüz 13 yaşındaydı…

Dayısının elini tutmuş, Pera (Beyoğlu)’da yürüyordu…
Rebul Eczanesi’nden limon kolonyası alacaklardı…
Ana cadde ve ara sokaklar o gün çok kalabalıktı…
Çevrede boş-boş duran yüzlerce insan vardı…
Birden paltolarının altından kalın sopalar çıkardılar…
Cadde boyunca dağılıp, önce vitrinlere, sonra dışarıya fırlayan dükkân sahiplerine öfkeyle vurmaya başladılar.
Bir Rum başına aldığı darbeyle kan revan içinde çığlıklar atıyordu..
Sonrasını Vural Öger anlatıyor..
Taksim’den Tünel’e, dükkânlar tarumar olmuştu. Bir buçuk m.lik kumaş, buzdolabı, alet, çorap ve sandviçler… Sopalarla dükkânlara giriyor, ne varsa kırıyor sonra da Rum nerede Rum nerede (tıpkı birkaç ay önce, milletvekili Garo paylan’a saldırırken, onu koruyan insan duvarı sayesinde, göremeyenlerin, Garo nerede, Garo nerede diye bağırmaları gibi /RAH) diye dolanıyorlardı. Arkadaşlar anlattı, Taksim’deki kilisenin papazını tutmuşlar sünnet etmişler. Bütün Rum kiliselerine taarruz edildi. 17-18 papaz linç edildi. Binlerce serseri ellerinde sopalarla Rum’ları dövmeye kalktı.

…………………………………………………………………………………………….

Anastasis Yordanoğlu, Pera (Beyoğlu)’nda yaşayan bir Rum vatandaştı..
O gün her zamanki gibi mahallesindeki kahveye gitti…
Kahvenin sahibi kendisini çok severdi… Yavaşça yanına yaklaşıp, kulağına fısıldadı:
Antoncuğum sen bugün eve gitsen daha iyi olur.
Niye diye sordu Anastasis… Kahve sahibi tekrarladı… Beni dinle, acele et, hadi evine git!
Sonrasını Anastasis Yordanoğlu anlatıyor..
Birkaç cadde ilerledikten sonra ne olduğunu anladım. Baltalarla dükkânların kepenklerini ve evlerin kapılarını kırıyorlardı. Piyanolar, dolaplar camlardan aşağı atılıyordu ve bağırıyorlardı: ‘Bugün malınız mülkünüz, yarın hayatınız!’

…………………………………………………………………………………………………………

İsabella Öztaşçıyan, 7 yaşındaydı… Kefere (*) Misak’ın kızıydı… O akşam Prinkipo (Büyükada)’da papaz olan dayısının evindeydiler. Hava kararmıştı… Caddelerinde bir gürültü koptu… Çöp kamyonuna çıkmış, papazı isteriz, papazı isteriz diye bağırıyorlardı..
Sonrasını İsabella Öztaşçıyan anlatıyor…
Arabanın üstüne koydukları projektörleri tutuyorlardı, yere yattık, ışıkları kapatmıştık, korkuyorduk. Araba kapımıza gelip durdu. Sonra karşımızdaki evi taşlamaya başladılar, kapılarını pencerelerini kırıp döküyorlardı, evde kimsenin olmadığını anlayıp gittiler. Ev Türk eczacı komşumuzun eviydi. Anladık ki, o gün adaya dışarıdan gelmişler, zaten ada bizi tanıyor, evimizi biliyordu, dışarıdan gelenler, ev için bir tarif alamamışlar.

Lefter: (…) En kötüsü, harçlık verdiğim çocukların evimi taşlamasıydı…

İsabella Öztaşçıyan’ın evinin yakında, Hamam Sok’ta Lefter Küçükandonyadis oturuyordu. Çok yoksul bir lağımcının oğluydu, Lefter…
Ama Milli Takım ve Fenerbahçe’nin de yıldız golcüsüydü..
Ay Yıldızlı forma ile nice goller atmıştı…
Atina’da Yunanistan’a gol bile atmıştı…
Yunanlılar ona Turko,Turko diye tezahürat yapmıştı..
Çöp arabasıyla dolaşan saldırganlar onun da evine geldi..
Araçtan inip taşlamaya başladılar…
Vurun şu gavura diye bağırıyorlardı..
Sonrasını Lefter Küçükandonyadis anlatıyor.
On beş gün önce gol attığımda omuzlardaydım… O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım… En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü evime geldi. gece gördüğü manzara karşısında ‘aman Allah’ım’ demişti…

…………………………………………………………………………………………………………….

Tuğgeneral Yılmaz Tezkan 1950 yılında Harbiye’ye girmişti…
İlk günden itibaren herkes gibi o da Harbiye Marşı söylemeye başlamıştı.
Yıldırımlar yaratan ırkın ahfadıyız / Tufanları gösteren, tarihlerin yadigârıyız / Kanla (!), irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti / Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.
Harbiye’de marşı söylerken, aynı yerde ABD’li yarbaylar generaller danışmanlık yapıyordu.

Yağmalama ve linç girişimlerinden sonra sıkıyönetim ilan edildi.
Yılmaz Tezkan da olayların yatıştırılması için görev yapan askerlerden biriydi…
Gördükleri karşısında insanlığından utandı…
Rum vatandaşların evleri, bir tanesi bile atlanmadan basılmıştı…
İçindeki eşya caddeye atılmıştı.
Sonrasını Tuğgeneral Yılmaz Tezkan anlatıyor.
Evlerinde oturanlar eşya enkazından işe yarar olanları toplamaya çalışıyorlardı. Ufak bir kız çocuğunun bulduğu kolu bacağı kopmuş oyuncak bebeği annesine ‘Mama, Mama, buldum, buldu’ diye seslenmesi, gördüklerimiz utanılacak, unutulmayacak bir manzaraydı.

…………………………………………………………………………………………………………

Olaylar iki gün sürdü..
Azınlıkların yaşadığı tüm mahalle ve semtler talan edildi.
Saldırganların hepsinde aynı tornadan çıkmış sopalar vardı…
Saldırılacak yerlere otobüslerle getirilmişlerdi…
Organize idiler…
Asker ve polis iki gün boyunca saldırganlara hiç müdahale etmedi…
Sonrası…
15 İslam dışı inançtan insanlar öldürüldü…
300 kişi yaralandı…
30’dan fazla kadına tecavüz edildi…
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul, 5317 fabrika, otel talan edildi.
Kiliselerdeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve kutsal eşya tahrip edildi…
İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
Yıkılan, yağmalananların % 59’u Rum, % 17’si Ermeni, % 12’si ise Yahudilere aitti…
İslam’a dönmüş, Beyaz Ruslara ait mekânlar bile saldırıya uğradı…
Dönemin parasıyla 100 milyon lira maddi hasar oluştu.

……………………………………………………………………………………………………………..

İki gün sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na Tuğgeneral Nurettin Aknoz getirildi…
Aknoz Paşa, ilk iş, Harbiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı’na basının idarecilerini çağırdı …
Gelmeyenin gazetesinin kapatılacağı bildirildi…
Aknoz, toplantıda medyaya resmen emir verdi.
Baylar, gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım.. Çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet Meclis’indeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Yokluk-kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasın yaptığı yolunda, yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım… Olaylarda zarar görenlerin istedikleri gibi yazamazsınız. Heyecana uyandıracak haber yayını yasaktır. Hükümetin icraatını etkileyecek türde yazı yazılması yasaktır. Türklüğe hakaret, bayrak yırtma haberleri gazeteye giremez; kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapamazsınız; toplatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin yetkinize bırakıyorum. Kullanamazsanız verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var, aklınıza geleni yazıyorsunuz, yazamazsınız. Anadolu Ajansı, Radyonun yayınladığı her şeyi alabilirsiniz. Başımıza gelenler doğrudan komünistlerin işidir. Bunu neşredin, gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.

……………………………………………………………………………………………………………..

Asker sopası etkisini göstermişti..

Türk Medyası artık kör ve sağırdı…
Gazeteler o dönem ülkeyi yöneten Menderes hükümetinin olaylarla hiç ilgisi olamadığı ve hiç bir kusurunun bulunmadığı yazıldı..
CHP Başkanı İsmet İnönü, meclis konuşmasında Menderes hükümetine destek verdi.
Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler arası rekabete, üstün gelmiştir.
Sonunda askerin dediği oldu, fatura komünistlere kesildi…

Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bulunduğu onlarca komünist tutuklandı..
Tutuklananlar üç ay sonra mahkemede suçsuzluklarını kanıtlayınca serbest bırakıldı…
Bir süre sonra dosya kapatıldı…
Yıl 2016…
İki gün sonra 6 Eylül…
Aradan tam 61 yıl geçti…
1955 yılında İstanbul’da, 100 bini bulan Rum nüfusu, şimdi sadece yüzlerle ifade ediliyor..
Tarihimizin bu kara lekenin devlette kimlere organize edildiği, kaçan Rum’ların mallarına kimlerin el koyduğu hala büyük bir sır…

O dönem Özel Harp Dairesi’nde (Seferberlik Tetkik Kurumu) görevli olan, sonra dairenin başkanlığına getirilen ve MGK Genel Sekteri olan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun yıllar sonra yaptığı şu açıklama ise hiç unutulmadı.
6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.

(Sedat Kaya, Datça) ©

Resmen hazırlatılmış güruhu, İslam dininden olmayan TC vatandaşlarının üzerine salmak için bir bahane üretilmişti: buna göre, devlet, bizzat Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attıracaktı. Bu işi yaptırdığı Oktay Engin ise, daha sonra vali yapıldı.

Yani, o zamanki Türkiye’de, devlet; o güya kutsadıkları Atatürk’ün adı kullanarak hatta onun ilkeleri adına, bizzat Atatürk’ün kutsallığına dokunmak hatta tecavüz etmekten çekinmiyordu…

Düşünmeden edemiyor insan, taparcasına kutsadığı büyüğüne bunları yapan…

(*) KEFERE: Osmanlı döneminde İslam dininden olmayanları, aşağılamak için kullanılan, kâfir anlamındaki Arapça sıfat… Argo dilde “Oynak, güven vermeyen, terbiyesiz, arsız köpek, kötü adam” anlamına geliyor…

Yazı: Raffi  A. Hermonn’un T24 sitesinden alınmıştır.

Continue Reading