Deneme
Buse Uysal / Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı: Varoluşsal Bir Sorgulama

Cesare Pavese, 20. yüzyıl İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. İtalyan edebiyatına yaptığı katkılarla tanınan Pavese, yazılarında bireyin içsel dünyasını, yalnızlığını ve varoluşsal mücadelelerini derinlemesine işler. Yaşama Uğraşı, Pavese’nin intiharına yalnızca günler kala yazdığı ve matbu olarak yayımlanan son eseridir. Bu eser, yalnızlık, yaşamın anlamı ve bireyin içsel çatışmaları üzerine yoğunlaşırken, yazarın yaşamına dair önemli ipuçları sunar.
Eserin Teması ve İçeriği
Yaşam Uğraşı, adından da anlaşılacağı üzere, yaşamın zorlukları ve bireyin bu zorluklarla mücadelesi etrafında şekillenir. Pavese, bu eserde insanların hayatta karşılaştıkları zorlukları, kaygıları ve yalnızlıklarını irdeleyerek, okuyucuya derin bir varoluşsal sorgulama sunar. Eserin her bir bölümü, bireyin içsel çatışmalarını ve yaşamın anlamını arayışını yansıtan düşüncelerden oluşur.
Pavese, yaşamın geçici doğasını ve insanoğlunun bu geçicilik karşısındaki çaresizliğini gözler önüne serer. “Yaşamak, yalnızca bir hayatta kalma mücadelesi değildir; aynı zamanda anlam arayışıdır,” dercesine, insanın yaşamın derinliklerine inme çabasını vurgular. Bu bağlamda, Yaşam Uğraşı, bireyin içsel dünyasına yapılan bir yolculuk gibidir. Yazar, okuyucuya hayatın acımasız gerçeklerini sunarken, aynı zamanda umut ve sevgi gibi insani duyguları da hissettirir.
Kullanılan Anlatım Teknikleri
Pavese’nin yazım tarzı, sade ve doğrudan bir dille karakterizedir. Eser, düşünsel derinliğiyle dikkat çekerken, aynı zamanda günlük hayatta karşılaşılabilecek durumları da ele alır. Yazar, yaşamın sıradan anlarını olağanüstü bir şekilde betimleyerek, okuyucuya derin bir his dünyası sunar. Düşünceleri akıcı bir şekilde sunarken, okuyucuya hayatın anlamına dair sorgulama fırsatı verir.
Pavese’nin eserlerinde sıkça karşılaşılan bir diğer unsur ise, sembolizmdir. Yaşam Uğraşında da, semboller aracılığıyla insanın içsel çatışmaları ve varoluşsal kaygıları derinlemesine işlenir. Örneğin, doğanın tasvirleri, yaşamın döngüselliğini ve geçiciliğini temsil ederken, karakterlerin yaşadığı duygusal çalkantılar da bireyin içsel dünyasına dair ipuçları sunar.
Varoluşsal ve Psikolojik Boyut
Yaşama Uğraşı, yalnızca bir edebi eser olmanın ötesinde, bir varoluşsal ve psikolojik sorgulama alanıdır. Pavese, yaşamın getirdiği zorluklarla yüzleşen bireylerin ruh halini derinlemesine inceler. Bu bağlamda, karakterlerin yaşadığı yalnızlık ve çaresizlik duygusu, okuyucuya insan doğasının karanlık yönlerini hatırlatır.
Pavese’nin içsel yolculuğu, okuyucuların kendi yaşamlarına dair derin düşüncelere dalmalarını sağlar. Yalnızlık, kaybetme korkusu ve yaşamın geçici doğası, roman boyunca süregelen temalardır. Pavese’nin bu temaları ele alışı, okuyucuya hem kendi içsel çatışmalarını sorgulama hem de yaşamın anlamını keşfetme fırsatı verir.
Sonuç: Yalnızlık ve Umut
Cesare Pavese’nin Yaşama Uğraşı, yalnızlık ve umudu iç içe geçiren bir eserdir. Yazar, yaşamın getirdiği zorlukları çarpıcı bir dille ele alırken, aynı zamanda bireyin umut arayışını da gözler önüne serer. Bu eser, Pavese’nin hayatına ve içsel dünyasına dair bir pencere açarken, okuyucuyu derin bir düşünsel yolculuğa davet eder.
Sonuç olarak, Yaşama Uğraşı, varoluşsal bir sorgulama, yalnızlık ve insan doğasının derinliklerini keşfetme üzerine yoğunlaşan bir eserdir. Pavese, bu eseriyle, yaşamın geçici doğasına ve bireyin bu geçicilik karşısındaki mücadelesine dair unutulmaz bir anlatım sunar.

Deneme
Ahmed Urun – Bir Yaşam Felsefesi Olarak Anarşizm 1

18. 19. yy. da ortaya çıkan önemli fikir akımlarından biri olarak “Anarşizm” en genel tanımıyla; insanın insana, insanın canlılara ve de insanın doğaya tahakkümüne, baskısına, sömürüsüne karşı radikal bir itirazdır.
Anarşizm, yaşamın her alanında otoritelere, iktidara ve hiyerarşik işleyişlere cephe alarak tüm doğal düzeni dumura uğratan bu mekanizmaları bertaraf etmeyi yegane misyon edinmiştir.
Esas olarak Anarşizm; ortakça karar alma mekanizmalarının işletildiği ve gönüllü etkileşime dayalı, paylaşma ve dayanışmanın gerçekleştirileceği bir toplumsal düzenin nasıl peyda olacağı konusunda etraflıca bir hayat görüşü ihtiva eder.
Bir derya misali, birçok Anarşizm mevcut bulunmaktadır. Anarşist Komünizm, Anarko Sendikalizm, Mutualist Anarşizm, Vegan Anarşizm, Ekolojik Anarşizm, Feminist Anarşizm ve diğerleri…
Anarşizm akımları her ne kadar kendi arasında farklılık ve çeşitlilik arzetse de ilkesel prensipler anlamında bir paradokstan veya karşıtlıktan bahsetmek söz konusu değildir.
Bilhassa Anarşizmlerin her biri farklı bir alanda eğilim göstermekle birlikte, genel bakış itibariyle her Anarşizm diğer Anarşizmlerle düşünsel bir bütünlük ve tamamlayıcılık arzetmektedir. Hülasa her Anarşist akım; tektipçiliğe dayalı, sermayeye dayalı, cinsiyete dayalı, türcülüğe dayalı tahakküm biçimlerinin iktidar alanı yaratmasından ötürü müşterek bir karşı duruş sağlar. Anarşizmin böyle geniş bir yelpazeye sahip olması, onu diğer hayat görüşlerine nazaran çok daha özgün ve özgür kılıyor hiç kuşkusuz.
Anarşizm; her bireyin varoluşsal özünün iyiliğe (paylaşma ve dayanışma) meyilli ve kötülüğe de ( otoriteye, iktidara ve tekelciliğe) karşı olduğunu ön kabul sayarak, insanın varoluşsal özüne sahip çıkması, özüyle yaşamasını, özüne dönüşünü amaçlamaktadır. Pyotr Kropotkin’in ifadesiyle;
“Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ileri sürüyoruz. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret ediyoruz.”
Yine Anarşist düşüncenin temelini atan William Godwin’in
“Yürekten itaat edeceğim tek bir iktidar var, kendi aklımın kararı, kendi vicdanımın emrettiği.” diyerek insanın varoluşsal özünden bir başka güce itaat etmemesi gerektiğini ifade eder. Aslında Anarşizm’in ideoloji, felsefe veyahut bir doktrin olmaktan çok öte bir yaşam anlayışıdır, hayat duruşudur. Mihail Bakunin’in şu sözünü hatırlamakta fayda var.
“Hakikat bir teori değildir. Bir pratiktir.Hayatın kendisidir”
Bu bakımdan Anarşizm salt ideolojik,felsefi veya doktrinel bir kılıf giydirmek pek mümkün değil. Anarşizm özsel ve bütünsel bir yaşam anlayışı, bir hayat görüşüdür.
(yazının devamı sonraki sayımızda yer alacaktır)
Deneme
Abdurrahman Olagan – İdealize Etmek

Mesela bir rüya görmek, bir hayal kurmak örneğin.
Dipte bile olsak tutunmak, tutunacak bir resim çizmek. Öyle Van Gogh olmaya da gerek yok karmaşık ve saçma bir tablo dahi olsa idealize etmek…
Sürrealist bile olsa çizmek ama mutlaka idealize etmek.
Öyle diyordu Bütün kitaplar, ünlüler, ünlü gibi davrananlar, kıraathanedeki amcalar, tavla atan üniversiteliler… Peki neydi bu idealize etmek? Neyi idealize etmek?
Ekonomik krizlerin, savaşların, kavganın ve paranın zirvede olduğu, empatinin ve saygının yok olduğu bu devirde, toplumsal statünün de önemi azımsan(a)mayacak kadar önemli bir hale geldi.
Artan gelecek kaygıları, işsizlik veyahut iş beğenmemezlik, iç huzurun diplere inmesi… Beraberinde intiharların da artış hızını yukarı yönde bir hayli arttırdı, arttırıyor.
Toplumun içinde statü ararken her zaman başarılı olamayabiliyoruz ve maddi, manevi bazı engebeler çıkabiliyor karşımıza. Bütün bunlara rağmen kendi resmimizi hayal ederek yola çıkmalıyız, bir resim çizmeliyiz ve idealize etmeliyiz. Hayal kurup harekete geçmeliyiz.
Özünde harekete geçmektir idealize etmek, adım atmaktır.
Yeri geldiğinde geri adım atmak ama asla durmamaktır idealize etmek. Kimi zaman kırgın, kimi zaman yorgun hissetmektir ama sonunda mutlu hissetmektir idealize etmek. Mutsuz hissediyorsak eğer henüz idealize etmemişiz demektir.
Hangi konuda nasıl ve ne şartlarda en iyiyiz?
Mutlaka vardır en iyi olduğumuz bir konu, kendi en iyimiz. En iyi olduğum konuda kendi en iyim olmaktan çıkıp toplumun da en iyisi olacağım demektir idealize etmek. En basite indirgenmiş haliyle önce beynin içinde düşünmeli, ne olursa en mutlu olurum ve kendimle gurur duyarım diye kendimize sormalı.
O en mutlu olacağınız anda istediğinize ulaşmış, alkışların koptuğu bir kültür merkezinde olmak da seçenek, kimsenin umurunda bile olmayacağı halde birkaç kediyi sahiplenmek ve bakarken duyduğumuz o gurur hissiyatını yaşamak da bir seçenek.
İşte ikincisi zor olan, bir kediye bakmak neden mutlu etmez ki bizi, neden bir kediyi idealize etmeyiz ki mesela… Bunu okurken dahi basit gelecek muhakkak, biliyorum. Toplumda alkış almayan, basit görülen şeyler neden mutlu etmez bizi? Oysa bir kedinin bize sevgi ve merhamet dolu bakışları, bir köpeğin sadakati ne bileyim bir kaplumbağayı mesela….
Bir kedi sevgisinin idealizmi gelecekteki tahayyüllerin gerçekleşmesinin ilk adımı olacaktır, sevmeyi idealize ettikten sonra saygının ideali zaten kendiliğinden oluşacaktır. Bir kediyi mutlu etmenin hayaliyle uyumak, bir kediyi mutlu etmenin heyecanıyla yola çıkmak. Gelecekteki o engebeli yollarında kolaylaşmasının başlangıcıdır aslında.
İşte en basite indirgenmiş haliyle idealizm girizgahı buydu,
Bir inancın, bir değerin, bir hayalin peşinde koşmak, acı çekmek. Mücadele etmek ve harekete geçmek… Bizi bitkiden ayıran bu değil mi aslında? Bir idealimiz olmadan, bir gayeye gönül vermeden nasıl korunur ki o yaşam hevesi? Nasıl anlaşılır sonbahar ayında yaprak döken ağacın o mahsun duruşu?
Bazen zor gelir her şey, duygular yarım kalır, işler üst üste biner ama gelecekteki kızının okuyacağı okulu hayal eden, gelecekteki eşinin yapacağı tatili hayal eden ve en önemlisi ailesinin güzel yıllarını hayal eden insanlar… Bu hayale inandıktan sonra elbette yaşama sevinçleri artacaktır. Ailenle içtiğin bir kahve veyahut yaptığın bir gezi nasıl anlam yüklü olmaz değil mi ?
Pastayı yerken içine acı biber neden atılır mesela? Neden en güzel anlarımızda üzüleceğimiz şeyleri hatır ederiz. Oysa geçmişin kirli veya hüzünlü anlarını düşünmemekte bir şeyleri idealize etmek değil midir aslında? Hele en güzel anında veya huzurlu olduğu herhangi bir anında bunu yapmak idealizmini katletmek değil midir?
Neden pastayı olduğu gibi yemek varken acı biber atar ki insan…
İdealleri olmalı insanın, bir amaç için heves etmeli, bir canlı için sevinç duymalı.
Plan yapmalı ve o plan doğrutusunda devam etmeli hayatına. Kısacık dünya için çok büyük acılara göz yummamalı acıyı da yenmeli insan, acıya da kafa tutmalı, ideallerinden vazgeçirebilecek tek güç ölüm olmalı.
Bu kadar kolay ama zordur işte idealize etmek, hem okkalı hem de basit.
İdealleri olanlara, idealleri olma yolunda harekete geçenlere, harekete geçmek için heyecan bekleyenlere… Herkese selam olsun!
Deneme
İhsan Oktay Anar “Bir Bok Olmak İsteyenler”

Çocuklara “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulur genellikle, “Büyüdüğünde ne yapacaksın?” diye sorulmaz. Belki de bu yüzden, Türkiye “bir bok olanların” çok, “birşey yapanların” ise az olduğu bir ülke. Bir bok olanları ya da olmaya çalışanları suçlamıyorum; daha doğrusu, onların bir suçlu mu yoksa kurban mi olduklarına karar vermekte zorlanıyorum. Öyle ya! Toplumumuzun asıl kültürü, bir “hayatta kalma kültürü. “İktidar çok önemli. Televizyondaki, genellikle gecekondu insanları için hazırlanan programlara bakın bir! Güç sembollerini hemen göreceksiniz. Aynı şeyleri (belki daha yoğun bir şekilde) sokağa çıktığınızda da görebilirsiniz: Asık surat, pırlantalı (sahte ya da hakiki) şövalye yüzüğü, kalın ve külhani ses tonu ve elbette (özellikle erkekler arasında) “sen”, “canım”, “şekerim” diye hitap etme usulü… Adam “bir bok olmuş ki” böyle davranıyor ve gücünü hissettirmeye çalışıyor. Fakat onu suçlamanız gerekmez; çünkü bir toplumun bireyleri, ne kadar ezik iseler o kadar ezici olabiliyorlar
İşin daha da trajik yönü, Türkiye’de “bir yerlere gelmekte” temel amaç, problem çözmekten çok, “söz hakkına sahip olma” ve kendi gerçekliğini başkalarına hissettirme. Uygar ülkelerde yönetici olmak çok daha büyük yükümlülükleri yerine getirmeyi gerektirir: Her şeyden önce problem çözmeyi bilmeniz gerekir. Bu yüzden okuyucuya, “yöneticisine” bir problemle gitmesini önerebilirim. Onun işi budur: Karar alma ve problem çözme…
Öte yandan bana, yazar olmak isteyen bazı gençler gelir (sanki ben yazmayı çok iyi biliyormuşum gibi…) Onlara, “yazar olmak” ile “yazmanın” farklı fark şeyler olduğunu hatırlatırım. Birincisi kolay, ikincisi ise zordur. Daha doğrusu ilki bir statü, ikincisi ise bir eylemdir. Ayrıca bir yazarın kendi kitaplarından daha ünlü ve hayranlık uyandırıcı olması garibime gider. Yazar baba, eser ise onun çocuğudur. Bu bakımdan, eserlerin yazarlardan daha önemli olduğuna inanırım. İki yıldan beri basından uzak durmamın temel nedenlerinden biri de bu. (İkinci sebebin, benim “kronik sosyal fobim” olduğunu itiraf etmeliyim.)
Asıl konuya gelelim: Ülkemiz bir bok olmaya susayan insanlarla dolu. Bu konuda bir çözüm önermeden duramayacağım: Toplumumuzun bireylere sunduğu kimlikler çok az: Erkek kimliği ya da cinsel kimlikler, bir futbol takımı olma kimliği, bir siyasi kimlik, vs… Yine de, devletin bu “kimlik buhranlarını” çözmek konusunda yapacak bazı şeyleri olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce, bu ezik toplumu şöyle bir adamakıllı doyuracak “ünvanlar” tahsis edilmeli. Yahut ünvanların sayısı arttırılmalı… Sözgelimi, rektör olmaya can atan akademisyenlerden sadece bir tanesi değil, en az üçünü “doyurmak” için her üniversitede üç rektör, her fakülteye birkaç dekan kadrosu verilmeli. Milletvekillerinin sayısı 1500’e çıkarılmalı. Bu garibanları doyurmak, aynı zamanda bir sevaptır. Bundan da öte, “Lord” ünvanı tahsis edilmeli. Öyle ya! Her ilçenin bir “lordu” olmalı: Çemişkezek Lordu, Sindirgı Lordu, Acıpayam Lordu gibi asil insanlar olmalı ülkemizde. Peki bunları neden yapmamız gerekiyor? Ülkemiz insanları açtır ve bu açlık Ethiopia’daki açlıktan daha beterdir. Çünkü insanlar bu kez şöhrete susamışlardır.
Bu aylık yazım bu kadar… Şimdi viyolonsel çalışacağım ve bu aletin gür sesinden komşularım rahatsız olacak. Ayrıca, benden 10 yaş küçük müzik hocam Barış’tan azar işitmek istemem. Evet, viyolonsel çalacağım, çünkü çalmak bana zevk veriyor. Yoksa bir bok olmak için değil… Çünkü bir bok olmak isteyenler, alt tarafı bir bok olurlar.
Öküz Dergisi Sayı: 58 Mart 1999